Hayri Baba Sokağı
Birinci Kısım
***
(Sokakta bir kadın...)
-Ağzına sıçtığımın arabası! yavaş gitmez ki kahpenin dölü, sanki tabakhaneye bok yetiştiriyor! Allah böyle yağmurun bin belasını versin, sanki gök delindi!
(Kadının adı Hayriye, sözleştiği yere gidememekte, tek bir amacı var şu an, o da üzerini değiştirmek aceleyle!)
-Nerede ulan koduğumun anahtarı?
-Huu, hayriye! Bu yağmurda nabıyon gız, kurt mu bastı?
-İşine baksana sen be götü düşesice karı!
-Ne didin? Anlameyyom?
-Doktora gidiyodum Nazife Abla, acelem var, sonra laflarız.
(Yağmur başladığı gibi bitti. Elektrik teline konan karganın tüyleri sırılsıklamdı. Upuzun elektrik direği, tıpkı Hayriye gibi. Ama Hayriye kalıplı, enine boyuna maşallah. Islak tüylü karga Hayriye'nin yüzüne kalıp gibi sıçtı. Alnının çatından, burnunun ucuna kadar.)
-Oyy, yandım Allah!Bu ne be? Oyyy, sıçacak yer bulamadın mı ula it oğlusu? Patla inşallah!
Aradığı şeyi anında bulan insana inanmış da bu dünyaya gelmiş derler. Hele hele aradığın şey Hayriye'nin çantasının içindeyse... Ne yok ki o çantada! Kağıt mendil, ıslak mendil, falım, balık kraker, cezerye, sürme, toplu iğne, çengelli iğne, asetat, 2.5 liralık parfüm, Yasin, iki muska, bir kalıp zeytinyağlı saydam yeşil sabun, telefon defteri, inşaat kalemi, bir adet don, kadın bağı, biraz da çöp. Arada çantanın içindekiler gaza gelip bağırır "Birine mi baktın gülüm?". "Bir arkadaşa bakıp..." deyip de geçemezsin, aklın bulanır, kafanda işkembe çorbası kaynatsalar yeridir, yapılır. Üstüne bir de boza içilir.
-Nerede bu anahtar?
(Çantadakiler bağırır "Anayun amunda")
-Ağzına tükürdüğümün karısı, bok var tık her şeyi çantanın içine. Aaa, açık ulan kapı? Kazım? Evde min? Aşkitoom, hele ses ver ulan!
Hayriye'nin gözü merak ve aşkla etrafta dolaşmaktadır. Tek gözü ise dolaşmamakta ısrar etmektedir. Göz kayması gibi görülen bu doğuştan gelen durum Hayriye'nin vazgeçilmez bir unusurudur. Otuz dokuz yıllık eşi Kazım'a çok düşkündür Hayriye. Evde, sokakta, mezarlıkta hep el ele tutuşurlar. Sade Hayriye mi? Kazım Usta da Hayriye'yi deli gibi sevmektedir.
Mutfaktan gelen sesle Hayriye irkilir "Bu ses Kazım'ın sesi değilse?". İrkilmesinin ardından, hayatının en kötü anını yaşar Hayriye, yeşil ışık sönmüştür! Bebeği yerde öylecene yatmaktadır!Yaşadığı olayın dalgınlığıyla salonun ortasına, cam kırıklarına doğru seyirtir, sağ kulağının dibindeki karaltıyı fark etmeden. Göz ucuyla yanında pembe bir parıltı gördüğü an nasırlı bir yumrukla karşı karşıya gelir. "Euzubillah" diyemeden yere yıkılır, döşeme iki parçaya ayrılır. Güüüm diye ortalığı inleten ses, kısa bir süreliğine sokaktakileri şaşkınlığa düşürür; ancak arada sırada duyulan bu tür gürültülere alışkın olan Hayri Baba Sokağı sakinleri bir süre sonra işlerine geri döner.
Yere düşen Hayriye'nin bir gözü cam kırıklarındadır, diğeri de üzerine çullanıp boğazına yapışan o tanıdık suratta "Tanıyom ya len ben bu iti! Yakacam çıranı bokun soyu, bugünü unutma! Unutmaa!!!"
30 Mayıs 2013 Perşembe
20 Mayıs 2013 Pazartesi
Fayanstaki kadın
Onu ilk olarak eve taşındıktan iki
hafta sonra fark ettim. Bana bakıyordu, hem de gözlerini hiç kaçırmaksızın.
Ulan dedim, aldık mı başımıza belayı? Çıktık mı cinli, perili eve?
Melun şeyin yeri de kötüydü,
görmesen olmaz bir yerdeydi hani. Tuvalet yahu. Evin tuvaletini de kullanmazsak
nereye sıçacağız?
Gece yarısı kalkardım, sırf kendimi
telkin etmek için halay çeke çeke tuvalete giderdim ilk zamanlar. Tuvalete
girdiğim anda da gözlerimi kapatırdım sımsıkı. Zamanla alıştım bu duruma, fayanstaki
kadınla ilgilenmemeye başladım. Tuvaletten içeri girince artık ona
bakabiliyordum. Sanki bana gülümsüyordu. Güzeldi de; ama en nihayetinde
fayanstı yani. Elle tutulur bir yanı yoktu ki seveyim?
Gel zaman git zaman, fayanstaki
kadının bakışları değişmeye başladı. Ben ona Perihan ismini takmıştım. Perihan
nasıl eskiden sevgi dolu bakıyorsa bana, şimdi de bir o kadar nemrutlaşmaya
başlamıştı. Gözlerine kocaman bir öfke yerleşmişti. Bir müddet eve gidemedim.
Arkadaşlarıma gittim, sizde kalayım
diye yalvardım. Ne kadar kalabilirsin ki? Bir gün, iki gün… Üçüncü günde
verdiler elime bir lazımlık, yolladılar eve. Kimse beni görmek istemiyordu
artık. Yıkanamamıştım da bir ay boyunca. Kafamda bir şeyler yürümeye
başlamıştı. Beni görenler korkuyordu artık. Rengim griye dönmüştü.
En sonunda dayanamayıp eve gittim.
Gitmez olaydım. Kapıya anahtarı soktum, altın sarısı kilidi açtım. Bir de ne
göreyim? Evi de bok götürüyor. Benden beter halde. Halılar ikiye katlanmış,
duvarda eski karımla olan fotoğraflarım tuz buz olmuş, 72 ekran LCD
televizyonum patlamış… Tüm bunlar yetmezmiş gibi yatağım parçalanmış ve
gardrobumun üstüne bütün bıçaklarım saplanmış.
Allah bu evin belasını versin
derken bir şangırtı duydum. Şangır şungur bir şeyler oluyordu evin içinde. Ses
banyodan geliyor olmasaydı gider bakardım emin olun. Ama bu seslerin Perihan’ın
marifeti olduğunu biliyordum. Gitmedim. O bana geldi. İnanamıyorsunuz değil mi?
Banyonun kapısı açıldı. Baktım
bizimki. Almış eline mutfak bıçağını, savrula savrula bana geliyor. Saçı başı
darmadağın. Yüzündeki peçe açılmış, kapkara dişleri ortaya çıkmış. Boyu da
benim bacağım kadar. Bir korktum. Ortalığı pis bir koku sardı, baktım kot
pantolonumun ağı koyulaştı. Heh dedim; koy… rahvan gitsin. Yapacak bir şey yok.
Yanıma geldi manyak, ağzını bir iki
oynattı. Sonra baktım sesi de çıkıyor, konuşmaya başladı. Yok efendim, eskiden
bu evin altında yatır varmış da bu da onun karısıymış falan filan. Başladı
anlatmaya. Ben uzun zamandır bu eve ilk gelen erkek olduğum için onunla evlenmem
gerekiyormuş, yoksa yatır efendi beni çarparmış. Bunu duyunca bir güldüm. Yine
evlen benimle dedi. “Siktir lan uyuz karı, valla bir korum” dedim. Elimin
tersiyle buna bir çarptım. Bir anda etrafı uhrevi bir ışık sardı. Ortadan
kaybolmuştu. Aldım anahtarı, artistik hareketlerle kapıyı kapadım. Salak salak
etrafa bakarken onu gördüm merdivenlerin başında. Beni aşağıya yuvarladı. Kafamın
patladığını hissettim.
Şimdi ben de fayansın içindeyim.
Galiba yatır efendi beni de çarptı. Eve taşınırsanız görüşürüz…
10 Mayıs 2013 Cuma
Camdaki canavar...
Camdaki canavar
Yağmurlu bir
sabahtı. Yine bilmediğim ara sokaklarda dolaşıyordum. Her yer çamur içindeydi.
Nefret ederim.
Bir müddet
başıboş bir şekilde yürüdüm. Etraftaki hurdaya dönmüş evleri inceledim.
Patlıcan moru, lacivert, yumurta sarısı… “Hay sizin renk anlayışınıza!” dedim
içimden. İnsanlarla iç içe olmaktan nefret ederim. Her zaman yalnız gezerim.
Mümkünse ara sokaklarda. Babadan zenginim, çalışmam. Kimseyle muhatap olmam,
paramı da sadece kendim yerim. Dolmuşlardan çok korkarım, herkes bir arada,
sıkış tepiş, kokulu. Bir kere hastaneye giderken dolmuşa binmek zorunda
kalmıştım, sadece şoför koltuğunun arkası boştu. Yol boyu herkes orama burama
elledi, para uzatayım diye. Tiksindim. Bu yüzden artık sadece yürüyorum
sokaklarda, bir metre yakınımdan birisi geçerse bağırırım. Olması maskem var,
hani bulaşıcı hastalık olduğu zaman takılan cinsten, onu takarım.
Neyse. Yağmur
dindi. Etrafta sadece araba ve okula giden öğrenci gürültüsü vardı. İğrenç.
Yolumun ilerisinde bir öğrenci güruhu gördüm, başka bir ara sokağa daldım.
Adımlarımı hızlandırdım.
Daha sonra adımlarımın beni bir yere
sürüklediğini fark ettim. Sokaklar ayaklarımın altında akıp gidiyordu. Sürekli
sağa çekiliyordum. Engel olamadım.
Yürüdüm,
yürüdüm; vakit geçti koşmaya başladım. En sonunda kiremit tuğlalı bir evin
önünde buldum kendimi. “Ulan Allah belanı versin, bu boktan ev için miydi bütün
koşuşturma, ciğerim yırtıldı be” dedim içimden kendime. Kendimle konuşmayı çok
severim.
Soluğumu düzeltmeyi başardığım
zaman etrafa iyice bakabildim ve onu gördüm.
Bir melek
gibiydi, ışıl ışıl, masum, öylece camda oturuyordu. İşte o an o garip yaratığa
sahip olmak istedim. Camı kırıp kurtarayım onu içeriden dedim. O bana baktı,
ben ona baktım. Vakit geçtikçe beni kendi çekim alanının içine alıyordu. Bir
ara telepatik oyunlara başladık. Ben kafamı eğerken o da eğiyordu. Ben elimi
cama uzatınca o da patisini cama uzatıyordu. Kendimi kaşığı eğmeye çalışan geri
zekâlı Neo gibi hissettim. Ben gerizekalı değilim tabii, orası ayrı.
Telepatik
oyunlarımız bitince, gözlerine sinsi bir bakış yerleşti. Anlam veremedim.
Patisiyle ağzını gösterdi, “Gek, gek, gek” dedi. Omuz silktim. Keşke
yapmasaydım diyorum hatırladıkça. Bir anda ağzını fırın gibi kocaman açtı ve
sinirli sesler çıkartmaya başladı. Korkmuştum, ne yapacağımı bilemedim! Aptal
kedi sürekli kendisini pencereye atıyordu, camın kırılacağından korktum,
napardı beni sonra?
Bir
ara duruldu gibi oldu, yüzünde kanlar vardı. Cama biraz yaklaştım. Hiç hareket
yoktu. Biraz daha yaklaştım. Yine hareket yok. “Öldü galiba” diye geçirdim
içimden. Biraz daha yaklaştım ve aniden bağırmaya başladı. Bağırtısının üzerine
cam patladı ve kedi üzerime atladı. Elimden yakaladı beni. Elimi salladıkça
daha haşince ısırıyordu şerefsiz. Altımı o ara ıslattım galiba. En son enseme
çıkıp şahdamarımı ısırmaya çalışınca tek ayağından yakaladığım gibi, karşıki
duvara fırlattım. Melun kedi duvara çarpıp, önündeki konteynırın içine düştü.
Ben de topukladım. Tek ayağının kırıldığını sonradan fark ettim. Ama ölüm kalım
meselesi vardı arada.
Aradan
beş saat geçmişti. Kurtuldum sandım, yanılmışım. Kalabalık bir caddede buldu
beni şerefsiz. Tek ayağı kırık olmasına rağmen yıldırım hızıyla koşarak yanıma
geldi. Bütün gücüyle çarptı bana, sonra da acı acı miyavlamaya başladı. Bir
anda bütün kalabalık kulak kesildi ve gözleri bana çevrildi. Herkes nefret dolu
gözlerle bakıyordu bana. “Ne istedin şuncacık zavallıdan, senin kafanı kırmalı,
hayvan sevmeyen insan da sevmez, hayvana şiddete hayır” sloganları atmaya
başladılar. Üzerime yürüdüler. Kalabalığın içinden kısa kıvırcık saçlı, mavi
gözlü bir kız koşarak kediyi kucakladı ve yüzüme tükürdü. Kalabalık bir anda
galeyana geldi. O anda geri zekalı kedinin gülümsediğini gördüm. Kalabalık
bütün kemiklerimi kırıp, etlerimi parçalarken düşündüğüm tek şey vardı,
intikam!
25 Nisan 2013 Perşembe
Karganın gak dediği...: Üç harfliler köyü
Karganın gak dediği...: Üç harfliler köyü: Üç harfliler köyü Zamanın birinde yaşıyoruz. Burada kimse hesap tutmaz. Kapasite olmadığından değil anlasana, gerek duymuyorlar. Asl...
Karganın gak dediği...: Ölü yıkayıcılar
Karganın gak dediği...: Ölü yıkayıcılar: Ölü yıkayıcılar Ceset, yine ceset, her gün ceset. Bitmiyor mübarekler, her gün yenileri ekleniyor. Zannedersin bütün köy ölüyor. Halbu...
Ölü yıkayıcılar
Ölü yıkayıcılar
Ceset, yine ceset, her gün ceset.
Bitmiyor mübarekler, her gün yenileri ekleniyor. Zannedersin bütün köy ölüyor.
Halbuki yok öyle bir şey, kendi köyleri çok fazla zayiat vermez. Gelenlerin
çoğu civar köylerden. Beş köyü birleştirir tek bir minare. Eskiden hep
Gayrimüslimler otururmuş diye fazlasını yapmamışlar, sonra da unutulup gitmiş
Musalla Köyü.
Hanife ile Zeliha… İşleri hiç
bitmez, bazen iki, bazen üç. Arada bir yolda trafik kazası olur, o zaman sayı
da artar, beş, altı. Bir keresinde otobüs devrilmişti de on iki kişi
yıkamışlardı. Allah rahmet eylesin.
Çarşafları karadır, ikisi de
tombulcadır. Sanki yıkadıkları ölülerin tüm enerjilerini tüketirler. Musalla
Köyü’nde hem bir ağırlıkları vardır, görenler saygıyla selam verir; hem de onlardan
korkulur, başlarına musallat olmuşçasına. Sürekli dedikodu, söylenti. Yok
Zeliha ölü yıkadığı sabunla yıkanırmış da, yok Hanife kendi sapıklığını göz
önüne sürmemek için bu işi yaparmış da… Bir keresinde köyün yetim çocuğu Ömer,
Hanife ile Zeliha’yı görmüş camide, ölü bir kadını yıkarlarken. Ölü kadın deli
gibi karaymış, bir de sarı-mor benekleri varmış vücudunda. Diğerleri de
dönüyorlarmış kadının çevresinde sürekli, bir de bağırıyorlarmış “Deyda, deyda,
hayda, hayda, yeeeeeh!” diye.
Bu anlatılanlardan sonra gel de
korkma bu kadınlardan. Bir de sabahın köründe kalkarlar, karga bokunu yemeden.
Gizli iş çevirircesine etraflarına bakınaraktan tutarlar camiinin yolunu. Ölü
yıkamadıkları zamanlarda hep ibadet ederler. Secdeye bir yatarlar, bir
kalkarlar. Köşe bucakta ergenliğe yeni girmiş kızları yakalayıp etlerini
kıstırırlar “Namaz kılmazsan etlerin kopçek! Elimellah kardeşinin ölü yeşil eti
gibi dökülcek. Acıcık aklını başıne devşir” diyerek.
Yine bereketli bir gün, ölü var
çokça. Üç kadın, beş erkek. Traktör kazası. Daha köye cenazeler gelmeden bu
kadınların haberi olur. Namaz kılarken Zeliha’yı bir titreme alırsa anlayın ki
ölü geliyor. Zeliha titrerken Hanife’yi de küçük çaplı geğirtiler tutarsa işler
büyür, ölü sayısı artar.
Zeliha ile Hanife çoktan yerini
almış, bekliyor camide sabırsızlıkla. Zeliha zeytinyağlı, yeşili saydam
sabunlarını hazırlamış; Hanife de ellerini ovuşturuyor. En çok gelenlerin
tipini merak ediyorlar. Başı açıksa daha çok çitiliyorlar, günahları iyice
çıksın diye. Kapalıysa daha özenli, acıtmadan yapıyorlar işlerini. Bir de
kendilerine anı kalması için kulak memesinin bir kısmını kesiyorlar. Güneşte
kurutuyorlar, bohçalayıp sandıklara saklıyorlar. Önemli olan da bu işte, geriye
kalan anılar. Kadın halleriyle insan öldürecek halleri yok ya, doğuramadıkları
çocuklarının hınçlarını kulak memelerinden alıyorlar.
Traktör meftunları camiye
yaklaşırken, Zeliha ile Hanife bekliyor. Merakla… İştahla… Ovuşturuyorlar
ellerini, yaşasın kulak memeleri. “Deyda, hayda, yeeeeeeh!”.
18 Nisan 2013 Perşembe
Üç harfliler köyü
Üç harfliler köyü
Zamanın birinde
yaşıyoruz. Burada kimse hesap tutmaz. Kapasite olmadığından değil anlasana,
gerek duymuyorlar.
Aslına bakarsan
benim çok fazla bir sorunum yok, burada doğup büyümüş olmam dışında tabii. Zeka
desen yerinde ama, duygusal zeka konusunda bütünlüksüzüm biraz. Yeminle her
şeye gülesim geliyor.
Geçen gün Hasan
Dayı geçti bizim evin önünden. Fakirhane diyecektim ama “Ne kadar arabesksin!”
deme diye lafı çevirdim. Neyse. Hasan Dayı geçiyordu bizim evin önünden, her
zamanki gibi bağırarak. Bu sefer “Helada bile rahat yok!” diyordu. Biraz
düşünüp hak verdim. Uzunca da güldüm. Gülerken pencereden dışarı da bakıyordum.
Hasan Dayı geldi bizim bahçeye pisledi. Milletin bahçesi Hasan Dayı sayesinde
gübreleniyor zaten. Devlet artık bu konuda yardımı kesti.
Zorla
birbirimize mektup yazmamız hala bana çok garip geliyor. Yollasalar ya seni de
buraya?
Şimdi sana başka
bir şey anlatmam lazım, kısa mektuplardan hiç hoşlanmam. Telgraf mı bu be? Dur
dur, aklıma geldi. Sen bizim köyün adının anlamını bilmiyordun değil mi. Geçen
seferki mektupların birinde sormuştun, şimdi geldi aklıma. Haydi bir kıyak
yapayım da anlatayım…
Aslına bakarsan
elli yıl öncesine kadar böyle bir köy bile yokmuş. Eskiden buralar hep
dutlukmuş. Elli sene önce de buradakilerin deyimiyle ülkede üç harfli istilası
yaşanmış. Kadınlar sokak ortasında donlarını yırtmaya, adamlar da ağaçlara
işemeye başlamışlar. Bir kere üç harfi söyleyen iflah olmuyormuş. En sonunda
devlet adamları yaşlı dedeleri opera söylerken yakalayınca ülkenin selameti
için bir karar vermişler. Demişler bu kanı bozukları hep bir yere toplayalım da
başımız daha fazla ağrımasın. Mahkeme kararıyla ülke genelindeki bütün
çarpıkları toplamışlar. İtiraz eden de olmamış tabii. Hatta bu köye yerleşmek
için çarpık gibi davrananlar da olmuş çokça; ne de olsa devlet burada her
ihtiyacı karşılıyor diye. Asker kaçakları akın etmiş köye. Benim babam da asker
kaçağıymış mesela. Bu kaçaklar köye girince de olan olmuş zaten, insanda akıl
mı kalır. Hepsi karışmış iyi saatte olsunlara.
Zaman içerisinde köye gelenler
azalmış. Bir de elektrikli çit yapmışlar köyün çevresine; içeriden dışarı
çıkan, dışarıdan da içeri giren olmasın diye. Sülahi Abi hala kazar durur
toprağı tünel açmak için; ama henüz bir yol bulmuş değil.
Ben de burada
doğmuşum işte. Şuncacık bebekken beni görenler çok korkuyormuş rengim yüzünden.
Alışkın değil tabi köy sakinler böyle şeylere. Zamanla alışmışlar bana göre,
konuşa. Doktor Sakine Hanım, “Senin bir şeyin yok evladım; ama çıkamazsın üç
harflilerden” diyor. Benim de çıkasım yok zaten.
Neyse Hulusi,
lafı çok uzattım. Ha laf aramızda devlet Şinasi Abi’ye çok pis iltimas geçiyor
haberin olsun. Geçende gördüm, taverna ışıklı bisiklet vermişler buna. Bizimki
de bisikleti nişanlısı sanıyor. Bisikleti sürmüyor, gidona kırmızı kurdele
bağlamış, yanında yürütüyor. İsim de takmış aklınca “Nuriye”.
Mektubumu burada
sonlandırıyorum. Şimdi annemin isteği üzerine gidip Hasan Dayı’nın evini
yakacağım. En yakın zamanda sen de iyi saatte olsunlara karışırsın inşallah…
Sevgiler
Geberik.
11 Nisan 2013 Perşembe
Şeytan
Şeytan kulağına kurşun
-
Ercaaaan!
-
Mi.
-
Ercaaaaaaaan!!!
-
Meymey?
-
Valla kodum mu oturturum! Ye şu tabaktakileri! Allah
bin belamı versin gırtlaklarım seni, dedi saçı örgülü kadın. Nemruttu, ölesiye
nemrut. Ellili yaşlarında, gri saçlı, bodur ve tombul, aynı zamanda da dul.
Adı da vardı tabii, nasıl
olmasındı? Rahime Tekbıyık. Adı yüzünden az çekmemişti gençliğinde. Annesiyle
babası hastalanıp eline düşmüşlerdi de almıştı hıncını. Sürekli yüzlerine
bağırmıştı “Aaaaaagghhheeeayt!”. Ama daha fazlasını yapamamıştı, yüreği de
vardı hani. Zaten annesinin teki kataraktlı çakır gözlerinden korkardı; “Melun
karı, beddua eder, çarpılırım alimallah” derdi hep içinden. En nihayetinde
çarpılmadan anasıyla babasını tahtalı köye yollamıştı.
İki katlı babadan kalma evi vardı
Rahime’nin, bir de yanağında kocaman simsiyah üzeri kıllı et beni. Evinin hemen
üst sokağındaki Caydırmaz İlköğretim Okulu’nun tuvaletlerini temizlerdi bir de
fal bakardı. Daha doğrusu Ercan’ı suyun içine oturtarak geleceği görürdü.
Tonguç gibiydi Ercan. Yemyeşil
gözleri vardı. Aynı anası Rahime gibiydi, nemruttu, fesattı, ne zaman ne
yapacağı belli olmazdı. Bir de ne konuştuğu anlaşılmazdı, bir tek Rahime
anlardı onun dilinden. Yemeğini yemediği gün fal bakmazdı Ercan. Fal bakmadığı
yetmiyormuş gibi bir de evden kaçardı. Öldür Allah yakalayamazdın. İşte bugün
de o günlerden birisiydi.
-
Ye şu yemeğini çarpılasıca!
-
Nooouuu.
-
Valla ayırcam bacaklarını çattadanak.
-
Nooouu, iyyweleüvelevileyye, dedi Ercan ve üzerine
çöreklendiği minderden kaykılarak açık olan mutfak penceresinden aşağı atladı.
Hain planları vardı Rahime için.
Nefret ediyordu ondan. Başına buyruk yaşamak istiyordu artık. Bir de her gün
yıkanmaktan ve lahana dolması yemekten bıkmıştı.
Akşama kadar dolandı durdu; o
çöplük senin, bu çöplük benim. İyice de hınçlandı, kinlendi bu süre boyunca. Önüne
gelene sataşıyordu. Ne de olsa yakında iki katlı ev ona kalacaktı, Dilruba’yı
da kapattı mı o eve oh mis!
Yatsı ezanı okunurken eve vardı. Üst
katta bulunan salonun ışığı yanıyordu. O anda kafasında planı oluşturdu, ama
önce beklemesi lazımdı biraz daha. Bir müddet evin önündeki çöp suyu kokan
konteynırın orada pinekledi. Geleni geçeni izledi sinsice.
Vakit geldiğinde bildiği gizli bir
yoldan eve girdi. Sessiz adımlarla her yerini karış karış bildiği evde
ilerledi. Tahta merdivenlerin tepesine kadar çıktı, görünmeyeceği bir aralıkta
pusuya yattı.
“Allah’a açılan kalpler” diye dini
bir program izliyordu manyak karı. En sevdiği şey televizyon izlerken taze
lahana kemirmekti, bu yüzden ağzı leş gibi kokardı. Ercan bir müddet içeriden
gelen sesleri dinledi, lahana şapırtısı gelmiyordu. Demek ki Rahime birazdan
mutfağa inecekti.
Yarım saat bekledi Ercan. Sonunda
Rahime’nin tıkırtılarını duydu. Geliyordu Allahsız. Hiç istifini bozmadı.
Müsriflik olmasın diye merdivenin
oradaki ışığı yakmayan Rahime ilk basamağı inince, Ercan önüne atladı. Önündeki
karaltıyı şeytan zanneden Rahime, koca kıçıyla merdivenlerden yuvarlandı ve
kafası patladı.
İki gün sonra yan komşusu Nazife
buldu Rahime ile Ercan’ı… Koku geliyordu evden. Bu işte bir bokluk var diyen
çamaşırcı Nazife, mahallenin adamlarına kırdırdı kapıyı. Bir de ne görsün?
Rahime merdivenlerin dibinde beşlik simit gibi yatıyordu soğukçana, Ercan da
hemen yanındaydı. Ağzı yüzü kan içindeydi, ellerinin arasında da Rahime’nin
parmağını tutuyordu. Tek şey söyledi Ercan:
-
Meeoooovvv!!!
28 Mart 2013 Perşembe
Simidiyiieeeh!
Gevrek simit kokusu… Üç aynalı
odanın içi mis gibi simit kokardı. Her sabah hiç şaşmadan sabahın en erken
saatlerinde, gökyüzü lacivertten mora çalmaya başladığı zaman başlardı bu koku,
ta ki akşam olup da insanların simit yerine bol vitaminli, çorbalı, salatalı
akşam yemeklerini yemeye karar vermesine kadar.
Galip Usta simitten önceki
hatıralarını hatırlamazdı. Altı yaşında çalışmaya başlamıştı, kendi anlatımıyla
hayatın sillesini yemiş bir ailede büyümüş, beş kardeşin en büyüğü olarak
küçücük yaşından itibaren parayı koklamak zorunda kalmıştı. Soranlara “Hayatım
boyunca bu meredi sattım ben” derdi. “Fakirin dostu, zenginin diş kırıntısıdır
simit. Kimi eğlencesine, kimi de karın tokluğuna bakar. Bu gözler neler gördü
neler…”
Ustanın yaptığı simitler de simitti
ha. Yiyenler tekrar tekrar çalardı kapısını. Kendi el emeğiyle kurdurttuğu
fırında yapardı simitlerini. Filozof gibi adamdı vesselam. “Bu dünyada hiç
kimseye muhtaç olmayacaksın. Ben ne bileyim başka fırından aldığım simitlere
hangi cenabetlerin elinin değdiğini? İçim almaz tiksinirim. Küçükken bizim
ustanın tek eli burnundaysa diğeri unun içindeydi. Ondan çok tutunamadı ya,
sürekli sattıkları geri geliyordu. En sonunda ölümü yaptığı simitlerden oldu.
Bir gün Çerkez Ziya’ya satacak olduydu bir simit. Ziya’yı bilen bilir, enine
boyuna öküz gibin. Dükkanın içinde yemeye kalkışmasın mı aldığını. Yüzünü
buruşturduydu hiç unutmam, küfe çalmış limonu bir dikişte içmişçesine. Gördü
tabii yediği şeyin içindekini, ustanın merdanesini eline aldığı gibi…”
Galip Usta askere de gitmemişti.
Çürüktü. Arada gelgitleri olurdu. Zararsızdı orası ayrı, ama sağı solu belli
değildi işte. Askerler korkar böylesinden, neye gerek, varsın ayırsınlar
çürüğe, başkası çeksin cefasını.
Köhne bir evde otururdu usta.
Taştan yapmıştı babası yıllar önce. Bütün ailesi bu evde ölmüştü ya ondandır
terk edemezdi bu evi. Bu yüzden evlenmemişti Hatçe onunla. “Ben bu evde ölürüm
de oturmam” demişti de yemişti ustadan okkalı bir kalayı. Evin iki odası vardı,
avuç içi kadar mutfağı, bir de mutfaktan hallice helası. Yeterdi, ne olsundu ki
daha? Odalardan birini fırın yapmıştı usta. Simitlerine kendisinden başka
kimsenin eli değmezdi. İçine öyle şeyler koyardı ki, buram buram kokardı etraf,
akşam işten eve dönerken annenle yediğin simidin kokusu gibi. Simit kokusuyla
yıkanırdı, her şeyine sinmişti kokusu.
Dışarıdaki güne başlarken tek söz
çıkardı ağzından: “Simidiyiiieeh!”. Bir günü bir gününe benzemezdi. Her gün
farklı semtleri dolaşırdı çünkü. Fakirin yükünü taşımak istemezdi. Zenginin de nazını çekmek
istemezdi.
Ustanın yine simide uyandığı bir
gündü. Daracık karyolasındaki çiçekli yorganı kenara attırarak kalktı. Başka
yaşamlara iç geçirerek esnedi. Bordo çizgili pijamasını üzerinden attırdı,
kahverengi pantolonuyla kahverengi sarı çizgili kazağını geçirdi sırtına.
Üzerine de annesinden kalan önlüğü geçirdi. Kenarları oyalı, yünden bir önlüktü
bu. İlmeğini kafasından her geçirişinde aklına anası düşer gözleri dolardı.
Yine doldu göz pınarları. Kahvaltı bile etmeden simidin hamurunu yoğurmaya
başladı. İçine bir tutam ot ve baharat da attı. Yoğurdu, terledi, hamuru
döndürdü, terledi, elinin tersiyle terini sildi, hamurları açtı, yuvarladı,
yoruldu, iki dakika soluklandı, sonra aldı hamurları fırına yerleştirdi, rahat
bir soluk aldı. Bekledi, bekledi, beklemekten uzadı; nedendir sonra aklına
karnının açlığı geldi, fırını açtı ve kızarmış simitlerden bir tanesini almaya
çalıştı, eli yandı, bir küfür salladı.
Evden çıktığında saat yediyi
geçiyordu. Kafasında taşımazdı simitlerini, arabası vardı küçük. Belediye
ayarlamıştı. Onu da evin oraya koymazdı çalınır diye. Oturduğu evden üç yol
ilerde emniyet vardı, oraya bırakırdı. Elinde poşetiyle yürüdü, yürüdü. Sıcacık
simitleriyle başladı bağırmaya: “Simidiyiieeeh!”. Sabahları yollar çok uzun
gelirdi gözüne, bomboştu çünkü. Beğenecek insan olmadı mı ne işe yarardı ki bu
iş?
Emniyetin oraya varınca aldı
arabasını sağ selamet. Yerleştirdi gözbebeklerini içine. Başladı arabayı
sürmeye. Arada tutuklarlardı Galip Usta’yı, seyyar zannedip, diğer semtlerin
polisleri. Sonra salarlardı durumu anlayınca. Zamanla tanımışlardı zaten iyice
onu. Rahattı bu yüzden ustanın kafası. Sürdü tekerleri canının istediği yere.
Hava da demir gibi soğuktu mübarek. Kar atıştırıyordu. Güneşli bir köşe başı
buldu kendine, bağırdı yine: “Simidiyiieeeh!”.
Önce postacı bir kadın geldi, aldı
üç tane, üç tane de ayran tabii. Teki kendisine, diğerleri iş arkadaşlarına.
Sonra ufakçana bir çocuk geldi, ver abi dedi beş kuruşa ne kadar simit geliyorsa.
Alınmazdı ki bunun parası. Verdi beş
simit eline yolladı. Çocuktan sonra iki zabıta geldi, onlar da aldılar ikişer
simit.
Öğle saatlerinde köşe başı
kalabalıklaşmıştı. Gelen geçen kapışıyordu simitleri. Gezmeye çıkan hanımlar,
güne gidecek kadınlar, kahvede oturan beyler, mini mini çocuklar… Galip Usta
halinden memnundu. Ta ki onu görene dek.
Sarı saçlı, uzuncana bir çocuktu.
Saçının önü Elvis modelindeydi, yetmezmiş gibi yanağında pezevenk beni vardı.
Nefret ederdi usta bu tiplerden. Yanına da iki kız almıştı serseri. Usta tası
tarağı toplayıp gitmek istedi ya, çocuk ondan önce davrandı. Yirmili
yaşlarındaydı. Dedi: “Beybaba, versene ordan üç tane delikli. Üç de ayran.”
“Al” dedi usta uzattı siparişleri.
Vermedi parayı piç. “Önce tadına bakalım” dedi. Kopardı ağzıyla bir parça
simitten, bir iki çiğnedi. Sonra ayranından aldı okkalı bir yudum, püskürttü
ağzındakileri yere: “Sen buna simit mi diyorsun hıyar herif, ne koydun bunun
içine iğrenç bir şey bu. Ayran da peynire dönmüş, utanmadan satıyorsun bir de”
dedi.
Ustanın kaşları başladı seyirmeye.
Kızların teki serserinin yaptığına katıla katıla gülüyordu. Diğeri ise ne
olduğunu anlamamış gibiydi. Elvis saçlı taktı kızları koluna başladı yürümeye.
Üç adım atmıştı ki, usta yetişti. Önce kızları ayırdı çocuktan. Dışarıdan
bakanlar çelimsiz derdi belki ama bileği kuvvetliydi ustanın. Tuttu çocuğu
saçından, bir tutamını kopardı altın pahası saçların. Önce tükürüklü kaldırıma
gitti, yalattı çocuğa yerdekileri. Kafasını sürtüyordu taşlara, kaldırım kanla
ıslanmıştı. Yetmedi ustaya bu. Etraftakiler ayırmaya bile çalışmadılar onları,
sadece izlediler.
Usta gitti arabasından bir ayran
aldı. Geldi çocuğun yanına. Tuttu burnunu. Dedi: “İç ulan hörgüçlü! Peynir
ebendir senin!”
Çocuk bir iki çırpındı, yüzü mora
çaldı. Usta hala burnunu sıkıyordu. Kızlardan kıkırdak olanı avazı çıktığı
kadar bağırıyordu şimdi: “Yetişin adam öldürüyorlar”. “Adam mı lan bu?” diye
geçirdi içinden usta, daha çok sıktı çocuğun burnunu. Serseri oğlan bir iki
daha çırpındı, karaya vurmuş balık gibi, sonra hareketsiz kaldı. Beğenmediği
ayranın içinde boğulmuştu, fıkralara konu olacak türden.
Usta kalktı yerden. Önce ellerine
baktı. Kirlenmişti artık elleri, artık ne yapsa ne etse geçmezdi o pis koku. Mis
gibi kokmazdı simitleri. Etrafına bakmadan bir iki adım attı. Arabasının yanına
gidince yığılıverdi yere.
21 Mart 2013 Perşembe
Mezarlıkta halay çekenler
Mezarlıkta
halay çekenler
Mezarcı küreğini sürüdü, çok toz kalktı. Mezarlığı sis basmıştı,
kalkan tozla göz gözü görmez oldu. Ölü ağacının dalına konan karga gak dedi ve
mezar taşına pisledi. Hem de nasıl pislemek, of anam! Çıyanlar toprağı
eşeleyerekten yeryüzüne çıktılar, yedikleri leşlerden karınları davul gibi
olmuştu. Bir kısmı mezarcının küreğine kapıldı gitti, kalanları karınlarını
tutup geğirdiler.
Etrafta kimsecikler yoktu, ne zaman olurdu ki? Gelen çarpılır,
adını duyan donlara doldurur, yaramazlık yapan çocuklar buraya atılmakla
korkutulur. Burada uykuya dalanlar da eskimiştir artık, elli senedir ne gelen
olur ne giden. Mezarcı ne halt etmeye küreğiyle gelir diyeceksiniz, kimse
bilmez. O da ayrı bir hikaye konusu.
Kazara bu harabeliğin yakınlarından geçenler zaman zaman hareket
eden gölgeler gördüklerini söylerler. Bir de davul zurna sesi gelir uzaktan
uzaktan. Dört kişilik Şahin arabaların arkasında oturan başı bağlı pazar
poşetli teyzeler, davul zurna sesini evlendiği gün Hakk’ın rahmetine kavuşan
gelinlere yorarlar, bir de üzerine derler ki: “Yazuk, cık cık cık…”
Civarda ne ev vardır ne de insan. Bir tanecik hamam kalmıştır
eskilerden, ona da üç harfliler dadandı diye senelerdir kimseler gitmemektedir.
Gelin, tozların arasından kendinize yer açın da mezarlığa geri
dönelim. Nah şu yeşil kapı giriş kapısı. Kenarındaki derme çatma kulübe
mezarcının. Bu adam kimdir, necidir kimse bilmez. Kimse dilinden de anlamaz.
Uzun zamandır insan yüzü görmemiştir. Tek sevgilisi küreğidir ya, neyse. Yokuş
yukarı çıkan yolu dere ikiye böler. Derenin alt kısmı köylülere, üst kısmı ise
ağalarla ortalık evi karılarına aittir. Deredeki köprüyü gördünüz mü? Hah işte
o köprüyü benim dedem yaptırmıştır zamanında rahmetli, ne iyi adamdı.
Köprüden geçip düz yürüyünce karşınıza çatal yol çıkar. Sağa
gidenin sonu selamet, sola gidenin akıbeti belli değil. İyi saatte olsunların
bu bölgede cirit attıkları söylenir. Gidenler asla geri dönmemiştir, ne
insanoğlu, ne kurt, ne kedi, ne de kuş. Mezarlığın o yöresinden tek ses bile
duyulmaz.
Bir de bu çatal yolun ortasından yokuş yukarı bir patika çıkar.
İşte o yolun başında ağaçların arasına gizlenmiş penceresiz bir kulübe vardır.
Kulübenin kime ait olduğu tabii ki bilinir, amma yüksek sesle söylenmez.
Allah’ım koru Yarabbim!
Evin içine bu zamana kadar giren olmamıştır. Bir keresinde
sabahleyin o yol üzerinden geçiyordum. Çocuktum ha. Hoplaya zıplaya gidiyorum,
bir de baktım evden birileri çıkıyor. Boyları devasa, kalıptan da hallicene
dört adam. İlk baş tanımadım, sonra aralarından düğünlerin halay başısı olan
Kemal Ağabey’i fark ettim. Soluğumu tuttum, bekledim. Bunlar ilerledi
mezarlığın içine, ben de tırıs tırıs geri döndüm.
Ertesi gün yine aynı terane. Ulan dedim nereye gidiyor bu
adamlar, ne yapıyorlar bu evin içinde. Dur dedim takip edeyim şunları. Yürü
Allah yürü. Allah yürü ya kulum demiş, ben de sırtlanmışım ayakları. Sabah
karga bokunu yemeden çıktık yola, gece geri döndüğümüzde kurtlar uluyordu.
O gün evin yolunu unuttum. Başladım her gün bu adamları takip
etmeye. Her gün anasının bir nikahına yürüyorlardı, sonra bir ara gözden
kaybediyordum onları. O arada uyuklayıp mola veriyordum aklımca. Sonra bir
kulak kabartıyordum, ayak sesleri, düşüyordum yine yola.
Senelerce bu iş böyle gitti. Sonra bir gün aniden nereye
kaybolduklarını anladım. Mezarlığın içine gidiyorlardı, orası tamam. Bir
noktadan sonra bir mezarlığın içine atlayaraktan yer altından yollarına devam
ediyorlardı. Ben de buldum o mezarı. Allah’ım sana geliyorum, dedim atladım
çukura. Az da kötü kokmuyordu hani. İlerledim el yordamıyla. Yol bir yerde
kavis yapıyordu. Kavisten kafamı uzattım bir de ne göreyim, halaybaşı Kemal Abi
yeni açılmış bir mezarın içinden yürüttüğü kadını almış yanına halay çekiyor.
Yazıcı meleklerden bir tanesi kalk gidelim dedi, diğeri de bok yeme otur, bir
daha böyle eğlentiyi nerde bulcan lan hıyar dedi. Pis yanımı her zaman çok
sevmişimdir. Bekledim.
Kemal Abi sarışın kadınla dans ederken, diğer üç kişi de katıldı
aralarına, başladılar kasap havasına:
- Haydaaa, hoppaaa. Haydi kasap!
- Ray ray raaaay da ray ray raaay da ray ray ray ray raaay
papapapam!
- Tıs, tıs, tıs, tıss.
- Teeeey!
Bir ara dikkat kesildim, yav dedim bu Kemal Abi’nin yüzüne ne
olmuş, ne o yüzünde yürüyenler dememe kalmadı adamlar beni fark etti. Koşup
duvar kenarına sünmüş olan bedenimi götürdüler içeriye. Aldılar beni de halaya,
başladılar anlatmaya:
-Bak yeğen. Çıktık bir yola, altın var dediler bu mezarlıkta. Kazdık
çukur çokça, kaybettik kürekleri bataklıkta. Mezarın teki çöktü kafamıza, sonra
başladık halaya kaygısızca.
İşte o zaman anladım Kemal Abi’nin yüzündekileri.
O gün bir halay çekmişim, hiç unutamam. Hala o gün bugündür
halaya devam ederiz. O zamandan sonra mezarlığa gelen giden de olmamıştır. Siz
ilk ziyaretçilersiniz, bizi bahtiyar ettiniz. Haydi halaya, hoppaaa!
17 Mart 2013 Pazar
Mezarcı
Mezarcı
-
Küreği getir!
- Peki bey,
dedi kadın, hiç sorgulamadan. Ne de olsa kocasının işiydi bu. Senelerdir
ekmeklerini bundan kazanıyorlardı ya, daha ne olsundu?
Dar, yeşil
renge boyalı kapıdan geçti, evin içine girdi. Beton üzerine soluk gri halı
fleks kaplı merdivenlerden yuvarlanaraktan alt kata indi. Uzun zamandır
ayaklarında çekilmeyle birlikte müthiş bir ağrı vardı. Korkusundan herifine bir
şey söyleyemiyordu. Neme lazım, doktor parası vermemek için kızları Vahide’yi
boğmaya kalkmışlığı vardı. Hatçam Teyzeler zor almıştı çocuğu elinden deyusun. Hatçam
Teyze de ölüp toprağa karışalı çok olduydu, dese herif ben geberiyom diye bu
sefer kimse alamazdı onu kocasının elinden. Küreği alnının çatına geçirdi mi,
tamam.
On iki
basamaklı merdiveni indi, yol bitiminin sağındaki odaya doğru seyirtti. Işığı
yakmaya davrandı, ilk baş karanlıkta düğmeyi bulamadı, heyecandan eli ayağına
dolaştı, küçük bir kalp çarpıntısı yaşadı. Daha sonra Mümtaz’ın bağırışlarıyla
kendisine geldi:
- Haliseee!
Nerde kaldın geberesice karı?
- Geliyyöm
beey, diye karşılık verdi. Allah belasını versindi böyle hayatın. “Lanet olsün
seninlen evlendiğğim gune” diye kocasına kahretti içinden. O arada düğmeyi
buldu, ışığı açtı. Bir anda odadaki karaltıyı fark etti, gelmişti sonunda sütçü
Nazif Efendi:
- Halise,
geldim gız. Çabuk davran sen önden çık, kıza da haber et ne olduğunu
şaşırmasın, de hayde.
- He,
diyebildi Halise. Dört buçuk sene önce mahallelerine yeni bir sütçü gelmeye
başlamıştı, işte bu Nazif Efendi. Ama ilk tanışmaları bir cenaze zamanına denk
gelmişti. Nazif Efendi’nin süt ineciği Toraman, Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu.
Nazif Efendi çevredekilerden mezarcının oturduğu yeri öğrenmiş, süt ineciği
için bir mezar kazdırtmıştı. Günah dediler, yapma etme hayvan için de mezar mı
yaptırılırmış dediler, dinletemediler. Nazif Efendi iki gözü iki çeşme ağlıyordu
Toraman için. İşte ne olduysa o zaman oldu, Halise bu duygu yüklü adamcağıza
abayı yaktı. Gel zaman git zaman Nazif Efendi ile daha sık görüşür oldular.
Nazif Efendi daha önce hiç evlenmemişti,
zamanında bir kız sevmiş, onun da biraderiyle evlenesi tutmuştu. Halise’nin ve
kızının çektiği çileyi görünce kadına daha çok tutulmuştu.
En sonunda
birlikte Mümtaz’ı öldürmeye karar verdiler. Kimsenin ruhu duymazdı, soranlara
kendi kazdığı mezarın içine düştü diyeceklerdi. Halise allem etti kallem etti,
kocasını kendileri için mezar açtırmaya razı etti. Dedi:
- Bey, ne
zaman öleceğimiz belli değil. Bugün yarın sana bir şey olsa, biz kahrımızdan
ölürüz. Buralardan kimsecikler geçmez, bizi kim bulacak, cesetlerimiz kokuşur
çürür. En azından bizim için evin yanuna bir mezarcık açıver de, ölcemizi
anladığumuz zaman yanına seyirtip üzerimizi kara torpakla örtek. He?
Mezar lafı
açılınca akan sular dururdu, nitekim Mümtaz bu teklifi kabul etti. Bugün de o
mezarları açıyordu işte.
Halise yine
yuvarlanaraktan merdivenleri aştı, küreği herifine yetiştirdi. Kızı Vahide’ye
de kaş işareti yaptı. Kız şaşaladı:
- Ney?
Halise, göz
kırptı. Vahide:
- Ay
anneee, dur az babuta yardım edem, yemeği koyarım ocağa, dedi.
Halise bu
sefer gözlerini devirerekten Mümtaz’ı işaret etti ve eski Roma dilindeki gibi
elini yumruk yaptı, baş parmağını da baş aşağı çevirdi. Vahide o zaman durumu
kavradı.
Mümtaz her
şeyden habersiz olarak yaptığı şahesere bakıyordu. Halise’ye belli etmese de,
beklediği gün gelmişti. Sonunda hepsi Hakk’ın rahmetine kavuşacaktı. Oturma
odasındaki divanın altına sakladığı zincirleri düşündü. Bu zincirlerle kızıyla
karısını bağlayacaktı mezarların içine. Açlıktan öleceklerdi ki, zevali
kimsenin boynuna kalmasın. Kendisi de girecekti kendi uyku tulumunun içine.
Onlar rahat, kendi rahat. Bu niyetle dudağının ucuyla sırıtarak toprak
aşındırmaya devam etti. Kazdıkça kazıyordu toprağı, yorulmak nedir bilmiyordu.
Bir arşın, bir arşın daha, haydi bir arşın daha. En sonunda açtığı mezarlar tam
içine yatılacak kıvama gelmişti. Mezardan çıkmaya davranacakken, duyduğu ayak
sesleriyle irkildi. O anda ne olduysa oldu, zamanında ineğine dört köşeli mezar
yaptığı Nazif Efendi tepesine çullandı.
“Ya Allah”
dedi Nazif Efendi, eline aldığı kazmayı Mümtaz’ın kafasına geçirdi. Adam bir
seferde boylu boyunca toprağa serildi, bayılmıştı zaar. Vakit geçirmeden Vahide’yle
birlikte Mümtaz’ın içinde olduğu mezarın üzerini toprakla doldurmaya
başladılar. Halise ise evin önündeki açıklığa oturmuş onlara bakıyordu,
halinden memnun olarak.
Mezarın
üzeri örtüldü, günler geçti. Mahalleli Mümtaz’ı sormaz oldu. Soranlara: “Mezar
kazmaya gittiydi, daha da geri gelmedi, umumhaneden ayarladığı bir karıyla
kaçtı herhal!” dediler. Bir müddet sonra da Halise’ye imam nikahını kıyan Nazif
Efendi hepsini toparladı, başka bir kasabanın yolunu tuttu.
Mezarcının
evinin önünden geçenler, ara sıra toprağın altından kazma kürek sesleri
geldiğini iddia ederler. Kim bilir… Alma mezarcının ahını, çıkartır senden
kazma kürekle…
Esenlikler!
16 Mart 2013 Cumartesi
Yayına hazırlık
Kara mizah severler hazır mısınız?
Tehlikenin farkında mısınız?
Karganın gak dediği yerde
Etrafa pislediği konumda mısınız?
Tehlikenin farkında mısınız?
Karganın gak dediği yerde
Etrafa pislediği konumda mısınız?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)