30 Mayıs 2013 Perşembe

Hayriye geliyor!

Hayri Baba Sokağı

Birinci Kısım

***
(Sokakta bir kadın...)
-Ağzına sıçtığımın arabası! yavaş gitmez ki kahpenin dölü, sanki tabakhaneye bok yetiştiriyor! Allah böyle yağmurun bin belasını versin, sanki gök delindi!
(Kadının adı Hayriye, sözleştiği yere gidememekte, tek bir amacı var şu an, o da üzerini değiştirmek aceleyle!)
-Nerede ulan koduğumun anahtarı?
-Huu, hayriye! Bu yağmurda nabıyon gız, kurt mu bastı?
-İşine baksana sen be götü düşesice karı!
-Ne didin? Anlameyyom?
-Doktora gidiyodum Nazife Abla, acelem var, sonra laflarız.
(Yağmur başladığı gibi bitti. Elektrik teline konan karganın tüyleri sırılsıklamdı. Upuzun elektrik direği, tıpkı Hayriye gibi. Ama Hayriye kalıplı, enine boyuna maşallah. Islak tüylü karga Hayriye'nin yüzüne kalıp gibi sıçtı. Alnının çatından, burnunun ucuna kadar.)
-Oyy, yandım Allah!Bu ne be? Oyyy, sıçacak yer bulamadın mı ula it oğlusu? Patla inşallah!
Aradığı şeyi anında bulan insana inanmış da bu dünyaya gelmiş derler. Hele hele aradığın şey Hayriye'nin çantasının içindeyse... Ne yok ki o çantada! Kağıt mendil, ıslak mendil, falım, balık kraker, cezerye, sürme, toplu iğne, çengelli iğne, asetat, 2.5 liralık parfüm, Yasin, iki muska, bir kalıp zeytinyağlı saydam yeşil sabun, telefon defteri, inşaat kalemi, bir adet don, kadın bağı, biraz da çöp. Arada çantanın içindekiler gaza gelip bağırır "Birine mi baktın gülüm?". "Bir arkadaşa bakıp..." deyip de geçemezsin, aklın bulanır, kafanda işkembe çorbası kaynatsalar yeridir, yapılır. Üstüne bir de boza içilir.
-Nerede bu anahtar?
(Çantadakiler bağırır "Anayun amunda")
-Ağzına tükürdüğümün karısı, bok var tık her şeyi çantanın içine. Aaa, açık ulan kapı? Kazım? Evde min? Aşkitoom, hele ses ver ulan!
Hayriye'nin gözü merak ve aşkla etrafta dolaşmaktadır. Tek gözü ise dolaşmamakta ısrar etmektedir. Göz kayması gibi görülen bu doğuştan gelen durum Hayriye'nin vazgeçilmez bir unusurudur. Otuz dokuz yıllık eşi Kazım'a çok düşkündür Hayriye. Evde, sokakta, mezarlıkta hep el ele tutuşurlar. Sade Hayriye mi? Kazım Usta da Hayriye'yi deli gibi sevmektedir.
Mutfaktan gelen sesle Hayriye irkilir "Bu ses Kazım'ın sesi değilse?". İrkilmesinin ardından, hayatının en kötü anını yaşar Hayriye, yeşil ışık sönmüştür! Bebeği yerde öylecene yatmaktadır!Yaşadığı olayın dalgınlığıyla salonun ortasına, cam kırıklarına doğru seyirtir, sağ kulağının dibindeki karaltıyı fark etmeden. Göz ucuyla yanında pembe bir parıltı gördüğü an nasırlı bir yumrukla karşı karşıya gelir. "Euzubillah" diyemeden yere yıkılır, döşeme iki parçaya ayrılır. Güüüm diye ortalığı inleten ses, kısa bir süreliğine sokaktakileri şaşkınlığa düşürür; ancak arada sırada duyulan bu tür gürültülere alışkın olan Hayri Baba Sokağı sakinleri bir süre sonra işlerine geri döner.
Yere düşen Hayriye'nin bir gözü cam kırıklarındadır, diğeri de üzerine çullanıp boğazına yapışan o tanıdık suratta "Tanıyom ya len ben bu iti! Yakacam çıranı bokun soyu, bugünü unutma! Unutmaa!!!"

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Fayanstaki kadın


Onu ilk olarak eve taşındıktan iki hafta sonra fark ettim. Bana bakıyordu, hem de gözlerini hiç kaçırmaksızın. Ulan dedim, aldık mı başımıza belayı? Çıktık mı cinli, perili eve?
Melun şeyin yeri de kötüydü, görmesen olmaz bir yerdeydi hani. Tuvalet yahu. Evin tuvaletini de kullanmazsak nereye sıçacağız?
Gece yarısı kalkardım, sırf kendimi telkin etmek için halay çeke çeke tuvalete giderdim ilk zamanlar. Tuvalete girdiğim anda da gözlerimi kapatırdım sımsıkı. Zamanla alıştım bu duruma, fayanstaki kadınla ilgilenmemeye başladım. Tuvaletten içeri girince artık ona bakabiliyordum. Sanki bana gülümsüyordu. Güzeldi de; ama en nihayetinde fayanstı yani. Elle tutulur bir yanı yoktu ki seveyim?
Gel zaman git zaman, fayanstaki kadının bakışları değişmeye başladı. Ben ona Perihan ismini takmıştım. Perihan nasıl eskiden sevgi dolu bakıyorsa bana, şimdi de bir o kadar nemrutlaşmaya başlamıştı. Gözlerine kocaman bir öfke yerleşmişti. Bir müddet eve gidemedim.
Arkadaşlarıma gittim, sizde kalayım diye yalvardım. Ne kadar kalabilirsin ki? Bir gün, iki gün… Üçüncü günde verdiler elime bir lazımlık, yolladılar eve. Kimse beni görmek istemiyordu artık. Yıkanamamıştım da bir ay boyunca. Kafamda bir şeyler yürümeye başlamıştı. Beni görenler korkuyordu artık. Rengim griye dönmüştü.
En sonunda dayanamayıp eve gittim. Gitmez olaydım. Kapıya anahtarı soktum, altın sarısı kilidi açtım. Bir de ne göreyim? Evi de bok götürüyor. Benden beter halde. Halılar ikiye katlanmış, duvarda eski karımla olan fotoğraflarım tuz buz olmuş, 72 ekran LCD televizyonum patlamış… Tüm bunlar yetmezmiş gibi yatağım parçalanmış ve gardrobumun üstüne bütün bıçaklarım saplanmış.
Allah bu evin belasını versin derken bir şangırtı duydum. Şangır şungur bir şeyler oluyordu evin içinde. Ses banyodan geliyor olmasaydı gider bakardım emin olun. Ama bu seslerin Perihan’ın marifeti olduğunu biliyordum. Gitmedim. O bana geldi. İnanamıyorsunuz değil mi?
Banyonun kapısı açıldı. Baktım bizimki. Almış eline mutfak bıçağını, savrula savrula bana geliyor. Saçı başı darmadağın. Yüzündeki peçe açılmış, kapkara dişleri ortaya çıkmış. Boyu da benim bacağım kadar. Bir korktum. Ortalığı pis bir koku sardı, baktım kot pantolonumun ağı koyulaştı. Heh dedim; koy… rahvan gitsin. Yapacak bir şey yok.
Yanıma geldi manyak, ağzını bir iki oynattı. Sonra baktım sesi de çıkıyor, konuşmaya başladı. Yok efendim, eskiden bu evin altında yatır varmış da bu da onun karısıymış falan filan. Başladı anlatmaya. Ben uzun zamandır bu eve ilk gelen erkek olduğum için onunla evlenmem gerekiyormuş, yoksa yatır efendi beni çarparmış. Bunu duyunca bir güldüm. Yine evlen benimle dedi. “Siktir lan uyuz karı, valla bir korum” dedim. Elimin tersiyle buna bir çarptım. Bir anda etrafı uhrevi bir ışık sardı. Ortadan kaybolmuştu. Aldım anahtarı, artistik hareketlerle kapıyı kapadım. Salak salak etrafa bakarken onu gördüm merdivenlerin başında. Beni aşağıya yuvarladı. Kafamın patladığını hissettim.
Şimdi ben de fayansın içindeyim. Galiba yatır efendi beni de çarptı. Eve taşınırsanız görüşürüz…

10 Mayıs 2013 Cuma

Camdaki canavar...


Camdaki canavar
Yağmurlu bir sabahtı. Yine bilmediğim ara sokaklarda dolaşıyordum. Her yer çamur içindeydi. Nefret ederim.
Bir müddet başıboş bir şekilde yürüdüm. Etraftaki hurdaya dönmüş evleri inceledim. Patlıcan moru, lacivert, yumurta sarısı… “Hay sizin renk anlayışınıza!” dedim içimden. İnsanlarla iç içe olmaktan nefret ederim. Her zaman yalnız gezerim. Mümkünse ara sokaklarda. Babadan zenginim, çalışmam. Kimseyle muhatap olmam, paramı da sadece kendim yerim. Dolmuşlardan çok korkarım, herkes bir arada, sıkış tepiş, kokulu. Bir kere hastaneye giderken dolmuşa binmek zorunda kalmıştım, sadece şoför koltuğunun arkası boştu. Yol boyu herkes orama burama elledi, para uzatayım diye. Tiksindim. Bu yüzden artık sadece yürüyorum sokaklarda, bir metre yakınımdan birisi geçerse bağırırım. Olması maskem var, hani bulaşıcı hastalık olduğu zaman takılan cinsten, onu takarım.
Neyse. Yağmur dindi. Etrafta sadece araba ve okula giden öğrenci gürültüsü vardı. İğrenç. Yolumun ilerisinde bir öğrenci güruhu gördüm, başka bir ara sokağa daldım. Adımlarımı hızlandırdım.
 Daha sonra adımlarımın beni bir yere sürüklediğini fark ettim. Sokaklar ayaklarımın altında akıp gidiyordu. Sürekli sağa çekiliyordum. Engel olamadım.
Yürüdüm, yürüdüm; vakit geçti koşmaya başladım. En sonunda kiremit tuğlalı bir evin önünde buldum kendimi. “Ulan Allah belanı versin, bu boktan ev için miydi bütün koşuşturma, ciğerim yırtıldı be” dedim içimden kendime. Kendimle konuşmayı çok severim.
Soluğumu düzeltmeyi başardığım zaman etrafa iyice bakabildim ve onu gördüm.
Bir melek gibiydi, ışıl ışıl, masum, öylece camda oturuyordu. İşte o an o garip yaratığa sahip olmak istedim. Camı kırıp kurtarayım onu içeriden dedim. O bana baktı, ben ona baktım. Vakit geçtikçe beni kendi çekim alanının içine alıyordu. Bir ara telepatik oyunlara başladık. Ben kafamı eğerken o da eğiyordu. Ben elimi cama uzatınca o da patisini cama uzatıyordu. Kendimi kaşığı eğmeye çalışan geri zekâlı Neo gibi hissettim. Ben gerizekalı değilim tabii, orası ayrı.

            Telepatik oyunlarımız bitince, gözlerine sinsi bir bakış yerleşti. Anlam veremedim. Patisiyle ağzını gösterdi, “Gek, gek, gek” dedi. Omuz silktim. Keşke yapmasaydım diyorum hatırladıkça. Bir anda ağzını fırın gibi kocaman açtı ve sinirli sesler çıkartmaya başladı. Korkmuştum, ne yapacağımı bilemedim! Aptal kedi sürekli kendisini pencereye atıyordu, camın kırılacağından korktum, napardı beni sonra?
            Bir ara duruldu gibi oldu, yüzünde kanlar vardı. Cama biraz yaklaştım. Hiç hareket yoktu. Biraz daha yaklaştım. Yine hareket yok. “Öldü galiba” diye geçirdim içimden. Biraz daha yaklaştım ve aniden bağırmaya başladı. Bağırtısının üzerine cam patladı ve kedi üzerime atladı. Elimden yakaladı beni. Elimi salladıkça daha haşince ısırıyordu şerefsiz. Altımı o ara ıslattım galiba. En son enseme çıkıp şahdamarımı ısırmaya çalışınca tek ayağından yakaladığım gibi, karşıki duvara fırlattım. Melun kedi duvara çarpıp, önündeki konteynırın içine düştü. Ben de topukladım. Tek ayağının kırıldığını sonradan fark ettim. Ama ölüm kalım meselesi vardı arada.
            Aradan beş saat geçmişti. Kurtuldum sandım, yanılmışım. Kalabalık bir caddede buldu beni şerefsiz. Tek ayağı kırık olmasına rağmen yıldırım hızıyla koşarak yanıma geldi. Bütün gücüyle çarptı bana, sonra da acı acı miyavlamaya başladı. Bir anda bütün kalabalık kulak kesildi ve gözleri bana çevrildi. Herkes nefret dolu gözlerle bakıyordu bana. “Ne istedin şuncacık zavallıdan, senin kafanı kırmalı, hayvan sevmeyen insan da sevmez, hayvana şiddete hayır” sloganları atmaya başladılar. Üzerime yürüdüler. Kalabalığın içinden kısa kıvırcık saçlı, mavi gözlü bir kız koşarak kediyi kucakladı ve yüzüme tükürdü. Kalabalık bir anda galeyana geldi. O anda geri zekalı kedinin gülümsediğini gördüm. Kalabalık bütün kemiklerimi kırıp, etlerimi parçalarken düşündüğüm tek şey vardı, intikam!

Camdaki canavar geliyor

Camdaki canavar geliyor!!!!!

25 Nisan 2013 Perşembe

Karganın gak dediği...: Üç harfliler köyü

Karganın gak dediği...: Üç harfliler köyü: Üç harfliler köyü Zamanın birinde yaşıyoruz. Burada kimse hesap tutmaz. Kapasite olmadığından değil anlasana, gerek duymuyorlar. Asl...

Karganın gak dediği...: Ölü yıkayıcılar

Karganın gak dediği...: Ölü yıkayıcılar: Ölü yıkayıcılar Ceset, yine ceset, her gün ceset. Bitmiyor mübarekler, her gün yenileri ekleniyor. Zannedersin bütün köy ölüyor. Halbu...

Ölü yıkayıcılar


Ölü yıkayıcılar

Ceset, yine ceset, her gün ceset. Bitmiyor mübarekler, her gün yenileri ekleniyor. Zannedersin bütün köy ölüyor. Halbuki yok öyle bir şey, kendi köyleri çok fazla zayiat vermez. Gelenlerin çoğu civar köylerden. Beş köyü birleştirir tek bir minare. Eskiden hep Gayrimüslimler otururmuş diye fazlasını yapmamışlar, sonra da unutulup gitmiş Musalla Köyü.

Hanife ile Zeliha… İşleri hiç bitmez, bazen iki, bazen üç. Arada bir yolda trafik kazası olur, o zaman sayı da artar, beş, altı. Bir keresinde otobüs devrilmişti de on iki kişi yıkamışlardı. Allah rahmet eylesin.

Çarşafları karadır, ikisi de tombulcadır. Sanki yıkadıkları ölülerin tüm enerjilerini tüketirler. Musalla Köyü’nde hem bir ağırlıkları vardır, görenler saygıyla selam verir; hem de onlardan korkulur, başlarına musallat olmuşçasına. Sürekli dedikodu, söylenti. Yok Zeliha ölü yıkadığı sabunla yıkanırmış da, yok Hanife kendi sapıklığını göz önüne sürmemek için bu işi yaparmış da… Bir keresinde köyün yetim çocuğu Ömer, Hanife ile Zeliha’yı görmüş camide, ölü bir kadını yıkarlarken. Ölü kadın deli gibi karaymış, bir de sarı-mor benekleri varmış vücudunda. Diğerleri de dönüyorlarmış kadının çevresinde sürekli, bir de bağırıyorlarmış “Deyda, deyda, hayda, hayda, yeeeeeh!” diye.

Bu anlatılanlardan sonra gel de korkma bu kadınlardan. Bir de sabahın köründe kalkarlar, karga bokunu yemeden. Gizli iş çevirircesine etraflarına bakınaraktan tutarlar camiinin yolunu. Ölü yıkamadıkları zamanlarda hep ibadet ederler. Secdeye bir yatarlar, bir kalkarlar. Köşe bucakta ergenliğe yeni girmiş kızları yakalayıp etlerini kıstırırlar “Namaz kılmazsan etlerin kopçek! Elimellah kardeşinin ölü yeşil eti gibi dökülcek. Acıcık aklını başıne devşir” diyerek.

Yine bereketli bir gün, ölü var çokça. Üç kadın, beş erkek. Traktör kazası. Daha köye cenazeler gelmeden bu kadınların haberi olur. Namaz kılarken Zeliha’yı bir titreme alırsa anlayın ki ölü geliyor. Zeliha titrerken Hanife’yi de küçük çaplı geğirtiler tutarsa işler büyür, ölü sayısı artar.

Zeliha ile Hanife çoktan yerini almış, bekliyor camide sabırsızlıkla. Zeliha zeytinyağlı, yeşili saydam sabunlarını hazırlamış; Hanife de ellerini ovuşturuyor. En çok gelenlerin tipini merak ediyorlar. Başı açıksa daha çok çitiliyorlar, günahları iyice çıksın diye. Kapalıysa daha özenli, acıtmadan yapıyorlar işlerini. Bir de kendilerine anı kalması için kulak memesinin bir kısmını kesiyorlar. Güneşte kurutuyorlar, bohçalayıp sandıklara saklıyorlar. Önemli olan da bu işte, geriye kalan anılar. Kadın halleriyle insan öldürecek halleri yok ya, doğuramadıkları çocuklarının hınçlarını kulak memelerinden alıyorlar.

Traktör meftunları camiye yaklaşırken, Zeliha ile Hanife bekliyor. Merakla… İştahla… Ovuşturuyorlar ellerini, yaşasın kulak memeleri. “Deyda, hayda, yeeeeeeh!”.


Ölü yıkayıcılar geliyor!

18 Nisan 2013 Perşembe

Üç harfliler köyü


Üç harfliler köyü

Zamanın birinde yaşıyoruz. Burada kimse hesap tutmaz. Kapasite olmadığından değil anlasana, gerek duymuyorlar.
Aslına bakarsan benim çok fazla bir sorunum yok, burada doğup büyümüş olmam dışında tabii. Zeka desen yerinde ama, duygusal zeka konusunda bütünlüksüzüm biraz. Yeminle her şeye gülesim geliyor.
Geçen gün Hasan Dayı geçti bizim evin önünden. Fakirhane diyecektim ama “Ne kadar arabesksin!” deme diye lafı çevirdim. Neyse. Hasan Dayı geçiyordu bizim evin önünden, her zamanki gibi bağırarak. Bu sefer “Helada bile rahat yok!” diyordu. Biraz düşünüp hak verdim. Uzunca da güldüm. Gülerken pencereden dışarı da bakıyordum. Hasan Dayı geldi bizim bahçeye pisledi. Milletin bahçesi Hasan Dayı sayesinde gübreleniyor zaten. Devlet artık bu konuda yardımı kesti.
Zorla birbirimize mektup yazmamız hala bana çok garip geliyor. Yollasalar ya seni de buraya?
Şimdi sana başka bir şey anlatmam lazım, kısa mektuplardan hiç hoşlanmam. Telgraf mı bu be? Dur dur, aklıma geldi. Sen bizim köyün adının anlamını bilmiyordun değil mi. Geçen seferki mektupların birinde sormuştun, şimdi geldi aklıma. Haydi bir kıyak yapayım da anlatayım…
Aslına bakarsan elli yıl öncesine kadar böyle bir köy bile yokmuş. Eskiden buralar hep dutlukmuş. Elli sene önce de buradakilerin deyimiyle ülkede üç harfli istilası yaşanmış. Kadınlar sokak ortasında donlarını yırtmaya, adamlar da ağaçlara işemeye başlamışlar. Bir kere üç harfi söyleyen iflah olmuyormuş. En sonunda devlet adamları yaşlı dedeleri opera söylerken yakalayınca ülkenin selameti için bir karar vermişler. Demişler bu kanı bozukları hep bir yere toplayalım da başımız daha fazla ağrımasın. Mahkeme kararıyla ülke genelindeki bütün çarpıkları toplamışlar. İtiraz eden de olmamış tabii. Hatta bu köye yerleşmek için çarpık gibi davrananlar da olmuş çokça; ne de olsa devlet burada her ihtiyacı karşılıyor diye. Asker kaçakları akın etmiş köye. Benim babam da asker kaçağıymış mesela. Bu kaçaklar köye girince de olan olmuş zaten, insanda akıl mı kalır. Hepsi karışmış iyi saatte olsunlara.
Zaman içerisinde köye gelenler azalmış. Bir de elektrikli çit yapmışlar köyün çevresine; içeriden dışarı çıkan, dışarıdan da içeri giren olmasın diye. Sülahi Abi hala kazar durur toprağı tünel açmak için; ama henüz bir yol bulmuş değil.
Ben de burada doğmuşum işte. Şuncacık bebekken beni görenler çok korkuyormuş rengim yüzünden. Alışkın değil tabi köy sakinler böyle şeylere. Zamanla alışmışlar bana göre, konuşa. Doktor Sakine Hanım, “Senin bir şeyin yok evladım; ama çıkamazsın üç harflilerden” diyor. Benim de çıkasım yok zaten.
Neyse Hulusi, lafı çok uzattım. Ha laf aramızda devlet Şinasi Abi’ye çok pis iltimas geçiyor haberin olsun. Geçende gördüm, taverna ışıklı bisiklet vermişler buna. Bizimki de bisikleti nişanlısı sanıyor. Bisikleti sürmüyor, gidona kırmızı kurdele bağlamış, yanında yürütüyor. İsim de takmış aklınca “Nuriye”.
Mektubumu burada sonlandırıyorum. Şimdi annemin isteği üzerine gidip Hasan Dayı’nın evini yakacağım. En yakın zamanda sen de iyi saatte olsunlara karışırsın inşallah…
Sevgiler
Geberik.


11 Nisan 2013 Perşembe

Şeytan



    Şeytan kulağına kurşun
-          Ercaaaan!
-          Mi.
-          Ercaaaaaaaan!!!
-          Meymey?
-          Valla kodum mu oturturum! Ye şu tabaktakileri! Allah bin belamı versin gırtlaklarım seni, dedi saçı örgülü kadın. Nemruttu, ölesiye nemrut. Ellili yaşlarında, gri saçlı, bodur ve tombul, aynı zamanda da dul.
Adı da vardı tabii, nasıl olmasındı? Rahime Tekbıyık. Adı yüzünden az çekmemişti gençliğinde. Annesiyle babası hastalanıp eline düşmüşlerdi de almıştı hıncını. Sürekli yüzlerine bağırmıştı “Aaaaaagghhheeeayt!”. Ama daha fazlasını yapamamıştı, yüreği de vardı hani. Zaten annesinin teki kataraktlı çakır gözlerinden korkardı; “Melun karı, beddua eder, çarpılırım alimallah” derdi hep içinden. En nihayetinde çarpılmadan anasıyla babasını tahtalı köye yollamıştı.
İki katlı babadan kalma evi vardı Rahime’nin, bir de yanağında kocaman simsiyah üzeri kıllı et beni. Evinin hemen üst sokağındaki Caydırmaz İlköğretim Okulu’nun tuvaletlerini temizlerdi bir de fal bakardı. Daha doğrusu Ercan’ı suyun içine oturtarak geleceği görürdü.
Tonguç gibiydi Ercan. Yemyeşil gözleri vardı. Aynı anası Rahime gibiydi, nemruttu, fesattı, ne zaman ne yapacağı belli olmazdı. Bir de ne konuştuğu anlaşılmazdı, bir tek Rahime anlardı onun dilinden. Yemeğini yemediği gün fal bakmazdı Ercan. Fal bakmadığı yetmiyormuş gibi bir de evden kaçardı. Öldür Allah yakalayamazdın. İşte bugün de o günlerden birisiydi.
-          Ye şu yemeğini çarpılasıca!
-          Nooouuu.
-          Valla ayırcam bacaklarını çattadanak.
-          Nooouu, iyyweleüvelevileyye, dedi Ercan ve üzerine çöreklendiği minderden kaykılarak açık olan mutfak penceresinden aşağı atladı.
Hain planları vardı Rahime için. Nefret ediyordu ondan. Başına buyruk yaşamak istiyordu artık. Bir de her gün yıkanmaktan ve lahana dolması yemekten bıkmıştı.
Akşama kadar dolandı durdu; o çöplük senin, bu çöplük benim. İyice de hınçlandı, kinlendi bu süre boyunca. Önüne gelene sataşıyordu. Ne de olsa yakında iki katlı ev ona kalacaktı, Dilruba’yı da kapattı mı o eve oh mis!
Yatsı ezanı okunurken eve vardı. Üst katta bulunan salonun ışığı yanıyordu. O anda kafasında planı oluşturdu, ama önce beklemesi lazımdı biraz daha. Bir müddet evin önündeki çöp suyu kokan konteynırın orada pinekledi. Geleni geçeni izledi sinsice.
Vakit geldiğinde bildiği gizli bir yoldan eve girdi. Sessiz adımlarla her yerini karış karış bildiği evde ilerledi. Tahta merdivenlerin tepesine kadar çıktı, görünmeyeceği bir aralıkta pusuya yattı.
“Allah’a açılan kalpler” diye dini bir program izliyordu manyak karı. En sevdiği şey televizyon izlerken taze lahana kemirmekti, bu yüzden ağzı leş gibi kokardı. Ercan bir müddet içeriden gelen sesleri dinledi, lahana şapırtısı gelmiyordu. Demek ki Rahime birazdan mutfağa inecekti.

Yarım saat bekledi Ercan. Sonunda Rahime’nin tıkırtılarını duydu. Geliyordu Allahsız. Hiç istifini bozmadı.
Müsriflik olmasın diye merdivenin oradaki ışığı yakmayan Rahime ilk basamağı inince, Ercan önüne atladı. Önündeki karaltıyı şeytan zanneden Rahime, koca kıçıyla merdivenlerden yuvarlandı ve kafası patladı.
İki gün sonra yan komşusu Nazife buldu Rahime ile Ercan’ı… Koku geliyordu evden. Bu işte bir bokluk var diyen çamaşırcı Nazife, mahallenin adamlarına kırdırdı kapıyı. Bir de ne görsün? Rahime merdivenlerin dibinde beşlik simit gibi yatıyordu soğukçana, Ercan da hemen yanındaydı. Ağzı yüzü kan içindeydi, ellerinin arasında da Rahime’nin parmağını tutuyordu. Tek şey söyledi Ercan:
-          Meeoooovvv!!!



28 Mart 2013 Perşembe


Simidiyiieeeh!
Gevrek simit kokusu… Üç aynalı odanın içi mis gibi simit kokardı. Her sabah hiç şaşmadan sabahın en erken saatlerinde, gökyüzü lacivertten mora çalmaya başladığı zaman başlardı bu koku, ta ki akşam olup da insanların simit yerine bol vitaminli, çorbalı, salatalı akşam yemeklerini yemeye karar vermesine kadar.
Galip Usta simitten önceki hatıralarını hatırlamazdı. Altı yaşında çalışmaya başlamıştı, kendi anlatımıyla hayatın sillesini yemiş bir ailede büyümüş, beş kardeşin en büyüğü olarak küçücük yaşından itibaren parayı koklamak zorunda kalmıştı. Soranlara “Hayatım boyunca bu meredi sattım ben” derdi. “Fakirin dostu, zenginin diş kırıntısıdır simit. Kimi eğlencesine, kimi de karın tokluğuna bakar. Bu gözler neler gördü neler…”
Ustanın yaptığı simitler de simitti ha. Yiyenler tekrar tekrar çalardı kapısını. Kendi el emeğiyle kurdurttuğu fırında yapardı simitlerini. Filozof gibi adamdı vesselam. “Bu dünyada hiç kimseye muhtaç olmayacaksın. Ben ne bileyim başka fırından aldığım simitlere hangi cenabetlerin elinin değdiğini? İçim almaz tiksinirim. Küçükken bizim ustanın tek eli burnundaysa diğeri unun içindeydi. Ondan çok tutunamadı ya, sürekli sattıkları geri geliyordu. En sonunda ölümü yaptığı simitlerden oldu. Bir gün Çerkez Ziya’ya satacak olduydu bir simit. Ziya’yı bilen bilir, enine boyuna öküz gibin. Dükkanın içinde yemeye kalkışmasın mı aldığını. Yüzünü buruşturduydu hiç unutmam, küfe çalmış limonu bir dikişte içmişçesine. Gördü tabii yediği şeyin içindekini, ustanın merdanesini eline aldığı gibi…”
Galip Usta askere de gitmemişti. Çürüktü. Arada gelgitleri olurdu. Zararsızdı orası ayrı, ama sağı solu belli değildi işte. Askerler korkar böylesinden, neye gerek, varsın ayırsınlar çürüğe, başkası çeksin cefasını.
Köhne bir evde otururdu usta. Taştan yapmıştı babası yıllar önce. Bütün ailesi bu evde ölmüştü ya ondandır terk edemezdi bu evi. Bu yüzden evlenmemişti Hatçe onunla. “Ben bu evde ölürüm de oturmam” demişti de yemişti ustadan okkalı bir kalayı. Evin iki odası vardı, avuç içi kadar mutfağı, bir de mutfaktan hallice helası. Yeterdi, ne olsundu ki daha? Odalardan birini fırın yapmıştı usta. Simitlerine kendisinden başka kimsenin eli değmezdi. İçine öyle şeyler koyardı ki, buram buram kokardı etraf, akşam işten eve dönerken annenle yediğin simidin kokusu gibi. Simit kokusuyla yıkanırdı, her şeyine sinmişti kokusu.
Dışarıdaki güne başlarken tek söz çıkardı ağzından: “Simidiyiiieeh!”. Bir günü bir gününe benzemezdi. Her gün farklı semtleri dolaşırdı çünkü. Fakirin yükünü taşımak  istemezdi. Zenginin de nazını çekmek istemezdi.
Ustanın yine simide uyandığı bir gündü. Daracık karyolasındaki çiçekli yorganı kenara attırarak kalktı. Başka yaşamlara iç geçirerek esnedi. Bordo çizgili pijamasını üzerinden attırdı, kahverengi pantolonuyla kahverengi sarı çizgili kazağını geçirdi sırtına. Üzerine de annesinden kalan önlüğü geçirdi. Kenarları oyalı, yünden bir önlüktü bu. İlmeğini kafasından her geçirişinde aklına anası düşer gözleri dolardı. Yine doldu göz pınarları. Kahvaltı bile etmeden simidin hamurunu yoğurmaya başladı. İçine bir tutam ot ve baharat da attı. Yoğurdu, terledi, hamuru döndürdü, terledi, elinin tersiyle terini sildi, hamurları açtı, yuvarladı, yoruldu, iki dakika soluklandı, sonra aldı hamurları fırına yerleştirdi, rahat bir soluk aldı. Bekledi, bekledi, beklemekten uzadı; nedendir sonra aklına karnının açlığı geldi, fırını açtı ve kızarmış simitlerden bir tanesini almaya çalıştı, eli yandı, bir küfür salladı.


Evden çıktığında saat yediyi geçiyordu. Kafasında taşımazdı simitlerini, arabası vardı küçük. Belediye ayarlamıştı. Onu da evin oraya koymazdı çalınır diye. Oturduğu evden üç yol ilerde emniyet vardı, oraya bırakırdı. Elinde poşetiyle yürüdü, yürüdü. Sıcacık simitleriyle başladı bağırmaya: “Simidiyiieeeh!”. Sabahları yollar çok uzun gelirdi gözüne, bomboştu çünkü. Beğenecek insan olmadı mı ne işe yarardı ki bu iş?
Emniyetin oraya varınca aldı arabasını sağ selamet. Yerleştirdi gözbebeklerini içine. Başladı arabayı sürmeye. Arada tutuklarlardı Galip Usta’yı, seyyar zannedip, diğer semtlerin polisleri. Sonra salarlardı durumu anlayınca. Zamanla tanımışlardı zaten iyice onu. Rahattı bu yüzden ustanın kafası. Sürdü tekerleri canının istediği yere. Hava da demir gibi soğuktu mübarek. Kar atıştırıyordu. Güneşli bir köşe başı buldu kendine, bağırdı yine: “Simidiyiieeeh!”.
Önce postacı bir kadın geldi, aldı üç tane, üç tane de ayran tabii. Teki kendisine, diğerleri iş arkadaşlarına. Sonra ufakçana bir çocuk geldi, ver abi dedi beş kuruşa ne kadar simit geliyorsa. Alınmazdı ki bunun parası. Verdi  beş simit eline yolladı. Çocuktan sonra iki zabıta geldi, onlar da aldılar ikişer simit.
Öğle saatlerinde köşe başı kalabalıklaşmıştı. Gelen geçen kapışıyordu simitleri. Gezmeye çıkan hanımlar, güne gidecek kadınlar, kahvede oturan beyler, mini mini çocuklar… Galip Usta halinden memnundu. Ta ki onu görene dek.
Sarı saçlı, uzuncana bir çocuktu. Saçının önü Elvis modelindeydi, yetmezmiş gibi yanağında pezevenk beni vardı. Nefret ederdi usta bu tiplerden. Yanına da iki kız almıştı serseri. Usta tası tarağı toplayıp gitmek istedi ya, çocuk ondan önce davrandı. Yirmili yaşlarındaydı. Dedi: “Beybaba, versene ordan üç tane delikli. Üç de ayran.”


“Al” dedi usta uzattı siparişleri. Vermedi parayı piç. “Önce tadına bakalım” dedi. Kopardı ağzıyla bir parça simitten, bir iki çiğnedi. Sonra ayranından aldı okkalı bir yudum, püskürttü ağzındakileri yere: “Sen buna simit mi diyorsun hıyar herif, ne koydun bunun içine iğrenç bir şey bu. Ayran da peynire dönmüş, utanmadan satıyorsun bir de” dedi.
Ustanın kaşları başladı seyirmeye. Kızların teki serserinin yaptığına katıla katıla gülüyordu. Diğeri ise ne olduğunu anlamamış gibiydi. Elvis saçlı taktı kızları koluna başladı yürümeye. Üç adım atmıştı ki, usta yetişti. Önce kızları ayırdı çocuktan. Dışarıdan bakanlar çelimsiz derdi belki ama bileği kuvvetliydi ustanın. Tuttu çocuğu saçından, bir tutamını kopardı altın pahası saçların. Önce tükürüklü kaldırıma gitti, yalattı çocuğa yerdekileri. Kafasını sürtüyordu taşlara, kaldırım kanla ıslanmıştı. Yetmedi ustaya bu. Etraftakiler ayırmaya bile çalışmadılar onları, sadece izlediler.
Usta gitti arabasından bir ayran aldı. Geldi çocuğun yanına. Tuttu burnunu. Dedi: “İç ulan hörgüçlü! Peynir ebendir senin!”
Çocuk bir iki çırpındı, yüzü mora çaldı. Usta hala burnunu sıkıyordu. Kızlardan kıkırdak olanı avazı çıktığı kadar bağırıyordu şimdi: “Yetişin adam öldürüyorlar”. “Adam mı lan bu?” diye geçirdi içinden usta, daha çok sıktı çocuğun burnunu. Serseri oğlan bir iki daha çırpındı, karaya vurmuş balık gibi, sonra hareketsiz kaldı. Beğenmediği ayranın içinde boğulmuştu, fıkralara konu olacak türden.
Usta kalktı yerden. Önce ellerine baktı. Kirlenmişti artık elleri, artık ne yapsa ne etse geçmezdi o pis koku. Mis gibi kokmazdı simitleri. Etrafına bakmadan bir iki adım attı. Arabasının yanına gidince yığılıverdi yere.
Üçüncü hikayemin ilham kaynağı da bu şarkı. İyi dinlemeler.

21 Mart 2013 Perşembe

Mezarlıkta halay çekenler


Mezarlıkta halay çekenler
Mezarcı küreğini sürüdü, çok toz kalktı. Mezarlığı sis basmıştı, kalkan tozla göz gözü görmez oldu. Ölü ağacının dalına konan karga gak dedi ve mezar taşına pisledi. Hem de nasıl pislemek, of anam! Çıyanlar toprağı eşeleyerekten yeryüzüne çıktılar, yedikleri leşlerden karınları davul gibi olmuştu. Bir kısmı mezarcının küreğine kapıldı gitti, kalanları karınlarını tutup geğirdiler.



Etrafta kimsecikler yoktu, ne zaman olurdu ki? Gelen çarpılır, adını duyan donlara doldurur, yaramazlık yapan çocuklar buraya atılmakla korkutulur. Burada uykuya dalanlar da eskimiştir artık, elli senedir ne gelen olur ne giden. Mezarcı ne halt etmeye küreğiyle gelir diyeceksiniz, kimse bilmez. O da ayrı bir hikaye konusu.
Kazara bu harabeliğin yakınlarından geçenler zaman zaman hareket eden gölgeler gördüklerini söylerler. Bir de davul zurna sesi gelir uzaktan uzaktan. Dört kişilik Şahin arabaların arkasında oturan başı bağlı pazar poşetli teyzeler, davul zurna sesini evlendiği gün Hakk’ın rahmetine kavuşan gelinlere yorarlar, bir de üzerine derler ki: “Yazuk, cık cık cık…”
Civarda ne ev vardır ne de insan. Bir tanecik hamam kalmıştır eskilerden, ona da üç harfliler dadandı diye senelerdir kimseler gitmemektedir.
Gelin, tozların arasından kendinize yer açın da mezarlığa geri dönelim. Nah şu yeşil kapı giriş kapısı. Kenarındaki derme çatma kulübe mezarcının. Bu adam kimdir, necidir kimse bilmez. Kimse dilinden de anlamaz. Uzun zamandır insan yüzü görmemiştir. Tek sevgilisi küreğidir ya, neyse. Yokuş yukarı çıkan yolu dere ikiye böler. Derenin alt kısmı köylülere, üst kısmı ise ağalarla ortalık evi karılarına aittir. Deredeki köprüyü gördünüz mü? Hah işte o köprüyü benim dedem yaptırmıştır zamanında rahmetli, ne iyi adamdı.
Köprüden geçip düz yürüyünce karşınıza çatal yol çıkar. Sağa gidenin sonu selamet, sola gidenin akıbeti belli değil. İyi saatte olsunların bu bölgede cirit attıkları söylenir. Gidenler asla geri dönmemiştir, ne insanoğlu, ne kurt, ne kedi, ne de kuş. Mezarlığın o yöresinden tek ses bile duyulmaz.
Bir de bu çatal yolun ortasından yokuş yukarı bir patika çıkar. İşte o yolun başında ağaçların arasına gizlenmiş penceresiz bir kulübe vardır. Kulübenin kime ait olduğu tabii ki bilinir, amma yüksek sesle söylenmez. Allah’ım koru Yarabbim!


Evin içine bu zamana kadar giren olmamıştır. Bir keresinde sabahleyin o yol üzerinden geçiyordum. Çocuktum ha. Hoplaya zıplaya gidiyorum, bir de baktım evden birileri çıkıyor. Boyları devasa, kalıptan da hallicene dört adam. İlk baş tanımadım, sonra aralarından düğünlerin halay başısı olan Kemal Ağabey’i fark ettim. Soluğumu tuttum, bekledim. Bunlar ilerledi mezarlığın içine, ben de tırıs tırıs geri döndüm.
Ertesi gün yine aynı terane. Ulan dedim nereye gidiyor bu adamlar, ne yapıyorlar bu evin içinde. Dur dedim takip edeyim şunları. Yürü Allah yürü. Allah yürü ya kulum demiş, ben de sırtlanmışım ayakları. Sabah karga bokunu yemeden çıktık yola, gece geri döndüğümüzde kurtlar uluyordu.
O gün evin yolunu unuttum. Başladım her gün bu adamları takip etmeye. Her gün anasının bir nikahına yürüyorlardı, sonra bir ara gözden kaybediyordum onları. O arada uyuklayıp mola veriyordum aklımca. Sonra bir kulak kabartıyordum, ayak sesleri, düşüyordum yine yola.
Senelerce bu iş böyle gitti. Sonra bir gün aniden nereye kaybolduklarını anladım. Mezarlığın içine gidiyorlardı, orası tamam. Bir noktadan sonra bir mezarlığın içine atlayaraktan yer altından yollarına devam ediyorlardı. Ben de buldum o mezarı. Allah’ım sana geliyorum, dedim atladım çukura. Az da kötü kokmuyordu hani. İlerledim el yordamıyla. Yol bir yerde kavis yapıyordu. Kavisten kafamı uzattım bir de ne göreyim, halaybaşı Kemal Abi yeni açılmış bir mezarın içinden yürüttüğü kadını almış yanına halay çekiyor. Yazıcı meleklerden bir tanesi kalk gidelim dedi, diğeri de bok yeme otur, bir daha böyle eğlentiyi nerde bulcan lan hıyar dedi. Pis yanımı her zaman çok sevmişimdir. Bekledim.
Kemal Abi sarışın kadınla dans ederken, diğer üç kişi de katıldı aralarına, başladılar kasap havasına:
- Haydaaa, hoppaaa. Haydi kasap!
- Ray ray raaaay da ray ray raaay da ray ray ray ray raaay papapapam!
- Tıs, tıs, tıs, tıss.
- Teeeey!
Bir ara dikkat kesildim, yav dedim bu Kemal Abi’nin yüzüne ne olmuş, ne o yüzünde yürüyenler dememe kalmadı adamlar beni fark etti. Koşup duvar kenarına sünmüş olan bedenimi götürdüler içeriye. Aldılar beni de halaya, başladılar anlatmaya:
-Bak yeğen. Çıktık bir yola, altın var dediler bu mezarlıkta. Kazdık çukur çokça, kaybettik kürekleri bataklıkta. Mezarın teki çöktü kafamıza, sonra başladık halaya kaygısızca.
İşte o zaman anladım Kemal Abi’nin yüzündekileri.
O gün bir halay çekmişim, hiç unutamam. Hala o gün bugündür halaya devam ederiz. O zamandan sonra mezarlığa gelen giden de olmamıştır. Siz ilk ziyaretçilersiniz, bizi bahtiyar ettiniz. Haydi halaya, hoppaaa!

                                        İkinci hikaye, bu şarkı eşliğinde yazılmıştır. İyi dinlemeler...

17 Mart 2013 Pazar

Mezarcı


Mezarcı
-   Küreği getir!
- Peki bey, dedi kadın, hiç sorgulamadan. Ne de olsa kocasının işiydi bu. Senelerdir ekmeklerini bundan kazanıyorlardı ya, daha ne olsundu?

Dar, yeşil renge boyalı kapıdan geçti, evin içine girdi. Beton üzerine soluk gri halı fleks kaplı merdivenlerden yuvarlanaraktan alt kata indi. Uzun zamandır ayaklarında çekilmeyle birlikte müthiş bir ağrı vardı. Korkusundan herifine bir şey söyleyemiyordu. Neme lazım, doktor parası vermemek için kızları Vahide’yi boğmaya kalkmışlığı vardı. Hatçam Teyzeler zor almıştı çocuğu elinden deyusun. Hatçam Teyze de ölüp toprağa karışalı çok olduydu, dese herif ben geberiyom diye bu sefer kimse alamazdı onu kocasının elinden. Küreği alnının çatına geçirdi mi, tamam.
On iki basamaklı merdiveni indi, yol bitiminin sağındaki odaya doğru seyirtti. Işığı yakmaya davrandı, ilk baş karanlıkta düğmeyi bulamadı, heyecandan eli ayağına dolaştı, küçük bir kalp çarpıntısı yaşadı. Daha sonra Mümtaz’ın bağırışlarıyla kendisine geldi:
- Haliseee! Nerde kaldın geberesice karı?
- Geliyyöm beey, diye karşılık verdi. Allah belasını versindi böyle hayatın. “Lanet olsün seninlen evlendiğğim gune” diye kocasına kahretti içinden. O arada düğmeyi buldu, ışığı açtı. Bir anda odadaki karaltıyı fark etti, gelmişti sonunda sütçü Nazif Efendi:
- Halise, geldim gız. Çabuk davran sen önden çık, kıza da haber et ne olduğunu şaşırmasın, de hayde.
- He, diyebildi Halise. Dört buçuk sene önce mahallelerine yeni bir sütçü gelmeye başlamıştı, işte bu Nazif Efendi. Ama ilk tanışmaları bir cenaze zamanına denk gelmişti. Nazif Efendi’nin süt ineciği Toraman, Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu. Nazif Efendi çevredekilerden mezarcının oturduğu yeri öğrenmiş, süt ineciği için bir mezar kazdırtmıştı. Günah dediler, yapma etme hayvan için de mezar mı yaptırılırmış dediler, dinletemediler. Nazif Efendi iki gözü iki çeşme ağlıyordu Toraman için. İşte ne olduysa o zaman oldu, Halise bu duygu yüklü adamcağıza abayı yaktı. Gel zaman git zaman Nazif Efendi ile daha sık görüşür oldular. Nazif Efendi daha önce  hiç evlenmemişti, zamanında bir kız sevmiş, onun da biraderiyle evlenesi tutmuştu. Halise’nin ve kızının çektiği çileyi görünce kadına daha çok tutulmuştu.
En sonunda birlikte Mümtaz’ı öldürmeye karar verdiler. Kimsenin ruhu duymazdı, soranlara kendi kazdığı mezarın içine düştü diyeceklerdi. Halise allem etti kallem etti, kocasını kendileri için mezar açtırmaya razı etti. Dedi:
- Bey, ne zaman öleceğimiz belli değil. Bugün yarın sana bir şey olsa, biz kahrımızdan ölürüz. Buralardan kimsecikler geçmez, bizi kim bulacak, cesetlerimiz kokuşur çürür. En azından bizim için evin yanuna bir mezarcık açıver de, ölcemizi anladığumuz zaman yanına seyirtip üzerimizi kara torpakla örtek. He?
Mezar lafı açılınca akan sular dururdu, nitekim Mümtaz bu teklifi kabul etti. Bugün de o mezarları açıyordu işte.
Halise yine yuvarlanaraktan merdivenleri aştı, küreği herifine yetiştirdi. Kızı Vahide’ye de kaş işareti yaptı. Kız şaşaladı:
- Ney?
Halise, göz kırptı. Vahide:
- Ay anneee, dur az babuta yardım edem, yemeği koyarım ocağa, dedi.
Halise bu sefer gözlerini devirerekten Mümtaz’ı işaret etti ve eski Roma dilindeki gibi elini yumruk yaptı, baş parmağını da baş aşağı çevirdi. Vahide o zaman durumu kavradı.
Mümtaz her şeyden habersiz olarak yaptığı şahesere bakıyordu. Halise’ye belli etmese de, beklediği gün gelmişti. Sonunda hepsi Hakk’ın rahmetine kavuşacaktı. Oturma odasındaki divanın altına sakladığı zincirleri düşündü. Bu zincirlerle kızıyla karısını bağlayacaktı mezarların içine. Açlıktan öleceklerdi ki, zevali kimsenin boynuna kalmasın. Kendisi de girecekti kendi uyku tulumunun içine. Onlar rahat, kendi rahat. Bu niyetle dudağının ucuyla sırıtarak toprak aşındırmaya devam etti. Kazdıkça kazıyordu toprağı, yorulmak nedir bilmiyordu. Bir arşın, bir arşın daha, haydi bir arşın daha. En sonunda açtığı mezarlar tam içine yatılacak kıvama gelmişti. Mezardan çıkmaya davranacakken, duyduğu ayak sesleriyle irkildi. O anda ne olduysa oldu, zamanında ineğine dört köşeli mezar yaptığı Nazif Efendi tepesine çullandı.
“Ya Allah” dedi Nazif Efendi, eline aldığı kazmayı Mümtaz’ın kafasına geçirdi. Adam bir seferde boylu boyunca toprağa serildi, bayılmıştı zaar. Vakit geçirmeden Vahide’yle birlikte Mümtaz’ın içinde olduğu mezarın üzerini toprakla doldurmaya başladılar. Halise ise evin önündeki açıklığa oturmuş onlara bakıyordu, halinden memnun olarak.
Mezarın üzeri örtüldü, günler geçti. Mahalleli Mümtaz’ı sormaz oldu. Soranlara: “Mezar kazmaya gittiydi, daha da geri gelmedi, umumhaneden ayarladığı bir karıyla kaçtı herhal!” dediler. Bir müddet sonra da Halise’ye imam nikahını kıyan Nazif Efendi hepsini toparladı, başka bir kasabanın yolunu tuttu.
Mezarcının evinin önünden geçenler, ara sıra toprağın altından kazma kürek sesleri geldiğini iddia ederler. Kim bilir… Alma mezarcının ahını, çıkartır senden kazma kürekle…
Esenlikler!

Gülyabani


16 Mart 2013 Cumartesi

Yayına hazırlık

Kara mizah severler hazır mısınız?

Tehlikenin farkında mısınız?

Karganın gak dediği yerde

Etrafa pislediği konumda mısınız?