28 Mart 2013 Perşembe


Simidiyiieeeh!
Gevrek simit kokusu… Üç aynalı odanın içi mis gibi simit kokardı. Her sabah hiç şaşmadan sabahın en erken saatlerinde, gökyüzü lacivertten mora çalmaya başladığı zaman başlardı bu koku, ta ki akşam olup da insanların simit yerine bol vitaminli, çorbalı, salatalı akşam yemeklerini yemeye karar vermesine kadar.
Galip Usta simitten önceki hatıralarını hatırlamazdı. Altı yaşında çalışmaya başlamıştı, kendi anlatımıyla hayatın sillesini yemiş bir ailede büyümüş, beş kardeşin en büyüğü olarak küçücük yaşından itibaren parayı koklamak zorunda kalmıştı. Soranlara “Hayatım boyunca bu meredi sattım ben” derdi. “Fakirin dostu, zenginin diş kırıntısıdır simit. Kimi eğlencesine, kimi de karın tokluğuna bakar. Bu gözler neler gördü neler…”
Ustanın yaptığı simitler de simitti ha. Yiyenler tekrar tekrar çalardı kapısını. Kendi el emeğiyle kurdurttuğu fırında yapardı simitlerini. Filozof gibi adamdı vesselam. “Bu dünyada hiç kimseye muhtaç olmayacaksın. Ben ne bileyim başka fırından aldığım simitlere hangi cenabetlerin elinin değdiğini? İçim almaz tiksinirim. Küçükken bizim ustanın tek eli burnundaysa diğeri unun içindeydi. Ondan çok tutunamadı ya, sürekli sattıkları geri geliyordu. En sonunda ölümü yaptığı simitlerden oldu. Bir gün Çerkez Ziya’ya satacak olduydu bir simit. Ziya’yı bilen bilir, enine boyuna öküz gibin. Dükkanın içinde yemeye kalkışmasın mı aldığını. Yüzünü buruşturduydu hiç unutmam, küfe çalmış limonu bir dikişte içmişçesine. Gördü tabii yediği şeyin içindekini, ustanın merdanesini eline aldığı gibi…”
Galip Usta askere de gitmemişti. Çürüktü. Arada gelgitleri olurdu. Zararsızdı orası ayrı, ama sağı solu belli değildi işte. Askerler korkar böylesinden, neye gerek, varsın ayırsınlar çürüğe, başkası çeksin cefasını.
Köhne bir evde otururdu usta. Taştan yapmıştı babası yıllar önce. Bütün ailesi bu evde ölmüştü ya ondandır terk edemezdi bu evi. Bu yüzden evlenmemişti Hatçe onunla. “Ben bu evde ölürüm de oturmam” demişti de yemişti ustadan okkalı bir kalayı. Evin iki odası vardı, avuç içi kadar mutfağı, bir de mutfaktan hallice helası. Yeterdi, ne olsundu ki daha? Odalardan birini fırın yapmıştı usta. Simitlerine kendisinden başka kimsenin eli değmezdi. İçine öyle şeyler koyardı ki, buram buram kokardı etraf, akşam işten eve dönerken annenle yediğin simidin kokusu gibi. Simit kokusuyla yıkanırdı, her şeyine sinmişti kokusu.
Dışarıdaki güne başlarken tek söz çıkardı ağzından: “Simidiyiiieeh!”. Bir günü bir gününe benzemezdi. Her gün farklı semtleri dolaşırdı çünkü. Fakirin yükünü taşımak  istemezdi. Zenginin de nazını çekmek istemezdi.
Ustanın yine simide uyandığı bir gündü. Daracık karyolasındaki çiçekli yorganı kenara attırarak kalktı. Başka yaşamlara iç geçirerek esnedi. Bordo çizgili pijamasını üzerinden attırdı, kahverengi pantolonuyla kahverengi sarı çizgili kazağını geçirdi sırtına. Üzerine de annesinden kalan önlüğü geçirdi. Kenarları oyalı, yünden bir önlüktü bu. İlmeğini kafasından her geçirişinde aklına anası düşer gözleri dolardı. Yine doldu göz pınarları. Kahvaltı bile etmeden simidin hamurunu yoğurmaya başladı. İçine bir tutam ot ve baharat da attı. Yoğurdu, terledi, hamuru döndürdü, terledi, elinin tersiyle terini sildi, hamurları açtı, yuvarladı, yoruldu, iki dakika soluklandı, sonra aldı hamurları fırına yerleştirdi, rahat bir soluk aldı. Bekledi, bekledi, beklemekten uzadı; nedendir sonra aklına karnının açlığı geldi, fırını açtı ve kızarmış simitlerden bir tanesini almaya çalıştı, eli yandı, bir küfür salladı.


Evden çıktığında saat yediyi geçiyordu. Kafasında taşımazdı simitlerini, arabası vardı küçük. Belediye ayarlamıştı. Onu da evin oraya koymazdı çalınır diye. Oturduğu evden üç yol ilerde emniyet vardı, oraya bırakırdı. Elinde poşetiyle yürüdü, yürüdü. Sıcacık simitleriyle başladı bağırmaya: “Simidiyiieeeh!”. Sabahları yollar çok uzun gelirdi gözüne, bomboştu çünkü. Beğenecek insan olmadı mı ne işe yarardı ki bu iş?
Emniyetin oraya varınca aldı arabasını sağ selamet. Yerleştirdi gözbebeklerini içine. Başladı arabayı sürmeye. Arada tutuklarlardı Galip Usta’yı, seyyar zannedip, diğer semtlerin polisleri. Sonra salarlardı durumu anlayınca. Zamanla tanımışlardı zaten iyice onu. Rahattı bu yüzden ustanın kafası. Sürdü tekerleri canının istediği yere. Hava da demir gibi soğuktu mübarek. Kar atıştırıyordu. Güneşli bir köşe başı buldu kendine, bağırdı yine: “Simidiyiieeeh!”.
Önce postacı bir kadın geldi, aldı üç tane, üç tane de ayran tabii. Teki kendisine, diğerleri iş arkadaşlarına. Sonra ufakçana bir çocuk geldi, ver abi dedi beş kuruşa ne kadar simit geliyorsa. Alınmazdı ki bunun parası. Verdi  beş simit eline yolladı. Çocuktan sonra iki zabıta geldi, onlar da aldılar ikişer simit.
Öğle saatlerinde köşe başı kalabalıklaşmıştı. Gelen geçen kapışıyordu simitleri. Gezmeye çıkan hanımlar, güne gidecek kadınlar, kahvede oturan beyler, mini mini çocuklar… Galip Usta halinden memnundu. Ta ki onu görene dek.
Sarı saçlı, uzuncana bir çocuktu. Saçının önü Elvis modelindeydi, yetmezmiş gibi yanağında pezevenk beni vardı. Nefret ederdi usta bu tiplerden. Yanına da iki kız almıştı serseri. Usta tası tarağı toplayıp gitmek istedi ya, çocuk ondan önce davrandı. Yirmili yaşlarındaydı. Dedi: “Beybaba, versene ordan üç tane delikli. Üç de ayran.”


“Al” dedi usta uzattı siparişleri. Vermedi parayı piç. “Önce tadına bakalım” dedi. Kopardı ağzıyla bir parça simitten, bir iki çiğnedi. Sonra ayranından aldı okkalı bir yudum, püskürttü ağzındakileri yere: “Sen buna simit mi diyorsun hıyar herif, ne koydun bunun içine iğrenç bir şey bu. Ayran da peynire dönmüş, utanmadan satıyorsun bir de” dedi.
Ustanın kaşları başladı seyirmeye. Kızların teki serserinin yaptığına katıla katıla gülüyordu. Diğeri ise ne olduğunu anlamamış gibiydi. Elvis saçlı taktı kızları koluna başladı yürümeye. Üç adım atmıştı ki, usta yetişti. Önce kızları ayırdı çocuktan. Dışarıdan bakanlar çelimsiz derdi belki ama bileği kuvvetliydi ustanın. Tuttu çocuğu saçından, bir tutamını kopardı altın pahası saçların. Önce tükürüklü kaldırıma gitti, yalattı çocuğa yerdekileri. Kafasını sürtüyordu taşlara, kaldırım kanla ıslanmıştı. Yetmedi ustaya bu. Etraftakiler ayırmaya bile çalışmadılar onları, sadece izlediler.
Usta gitti arabasından bir ayran aldı. Geldi çocuğun yanına. Tuttu burnunu. Dedi: “İç ulan hörgüçlü! Peynir ebendir senin!”
Çocuk bir iki çırpındı, yüzü mora çaldı. Usta hala burnunu sıkıyordu. Kızlardan kıkırdak olanı avazı çıktığı kadar bağırıyordu şimdi: “Yetişin adam öldürüyorlar”. “Adam mı lan bu?” diye geçirdi içinden usta, daha çok sıktı çocuğun burnunu. Serseri oğlan bir iki daha çırpındı, karaya vurmuş balık gibi, sonra hareketsiz kaldı. Beğenmediği ayranın içinde boğulmuştu, fıkralara konu olacak türden.
Usta kalktı yerden. Önce ellerine baktı. Kirlenmişti artık elleri, artık ne yapsa ne etse geçmezdi o pis koku. Mis gibi kokmazdı simitleri. Etrafına bakmadan bir iki adım attı. Arabasının yanına gidince yığılıverdi yere.

2 yorum:

  1. Hay canına sıçim, bu ne be? Akşam akşam içim kıyıldı; nerde ulan bunun mizahı, bildiğin kapkara hikaye!! lanet olsun bu hayata! o kalantordan yani sarışın piçten bi tane de bizim orada var, ben de onun kafasını sürtçem bigün kaldırıma, sonra karşı evdeki çığlıkçı teyzeyle halay çekcez göbekte!tey tey tey! evet edebiyat okuyorum nolmuş?eskie türk edebiyatından nefret ediyorum, allah kahretsin o dersi, başıma bela oldu. nerden hatırladım akşam akşam şimdi ya neyse bi ıhlamur içeyim de, insan olayım!

    YanıtlaSil