Camdaki canavar
Yağmurlu bir
sabahtı. Yine bilmediğim ara sokaklarda dolaşıyordum. Her yer çamur içindeydi.
Nefret ederim.
Bir müddet
başıboş bir şekilde yürüdüm. Etraftaki hurdaya dönmüş evleri inceledim.
Patlıcan moru, lacivert, yumurta sarısı… “Hay sizin renk anlayışınıza!” dedim
içimden. İnsanlarla iç içe olmaktan nefret ederim. Her zaman yalnız gezerim.
Mümkünse ara sokaklarda. Babadan zenginim, çalışmam. Kimseyle muhatap olmam,
paramı da sadece kendim yerim. Dolmuşlardan çok korkarım, herkes bir arada,
sıkış tepiş, kokulu. Bir kere hastaneye giderken dolmuşa binmek zorunda
kalmıştım, sadece şoför koltuğunun arkası boştu. Yol boyu herkes orama burama
elledi, para uzatayım diye. Tiksindim. Bu yüzden artık sadece yürüyorum
sokaklarda, bir metre yakınımdan birisi geçerse bağırırım. Olması maskem var,
hani bulaşıcı hastalık olduğu zaman takılan cinsten, onu takarım.
Neyse. Yağmur
dindi. Etrafta sadece araba ve okula giden öğrenci gürültüsü vardı. İğrenç.
Yolumun ilerisinde bir öğrenci güruhu gördüm, başka bir ara sokağa daldım.
Adımlarımı hızlandırdım.
Daha sonra adımlarımın beni bir yere
sürüklediğini fark ettim. Sokaklar ayaklarımın altında akıp gidiyordu. Sürekli
sağa çekiliyordum. Engel olamadım.
Yürüdüm,
yürüdüm; vakit geçti koşmaya başladım. En sonunda kiremit tuğlalı bir evin
önünde buldum kendimi. “Ulan Allah belanı versin, bu boktan ev için miydi bütün
koşuşturma, ciğerim yırtıldı be” dedim içimden kendime. Kendimle konuşmayı çok
severim.
Soluğumu düzeltmeyi başardığım
zaman etrafa iyice bakabildim ve onu gördüm.
Bir melek
gibiydi, ışıl ışıl, masum, öylece camda oturuyordu. İşte o an o garip yaratığa
sahip olmak istedim. Camı kırıp kurtarayım onu içeriden dedim. O bana baktı,
ben ona baktım. Vakit geçtikçe beni kendi çekim alanının içine alıyordu. Bir
ara telepatik oyunlara başladık. Ben kafamı eğerken o da eğiyordu. Ben elimi
cama uzatınca o da patisini cama uzatıyordu. Kendimi kaşığı eğmeye çalışan geri
zekâlı Neo gibi hissettim. Ben gerizekalı değilim tabii, orası ayrı.
Telepatik
oyunlarımız bitince, gözlerine sinsi bir bakış yerleşti. Anlam veremedim.
Patisiyle ağzını gösterdi, “Gek, gek, gek” dedi. Omuz silktim. Keşke
yapmasaydım diyorum hatırladıkça. Bir anda ağzını fırın gibi kocaman açtı ve
sinirli sesler çıkartmaya başladı. Korkmuştum, ne yapacağımı bilemedim! Aptal
kedi sürekli kendisini pencereye atıyordu, camın kırılacağından korktum,
napardı beni sonra?
Bir
ara duruldu gibi oldu, yüzünde kanlar vardı. Cama biraz yaklaştım. Hiç hareket
yoktu. Biraz daha yaklaştım. Yine hareket yok. “Öldü galiba” diye geçirdim
içimden. Biraz daha yaklaştım ve aniden bağırmaya başladı. Bağırtısının üzerine
cam patladı ve kedi üzerime atladı. Elimden yakaladı beni. Elimi salladıkça
daha haşince ısırıyordu şerefsiz. Altımı o ara ıslattım galiba. En son enseme
çıkıp şahdamarımı ısırmaya çalışınca tek ayağından yakaladığım gibi, karşıki
duvara fırlattım. Melun kedi duvara çarpıp, önündeki konteynırın içine düştü.
Ben de topukladım. Tek ayağının kırıldığını sonradan fark ettim. Ama ölüm kalım
meselesi vardı arada.
Aradan
beş saat geçmişti. Kurtuldum sandım, yanılmışım. Kalabalık bir caddede buldu
beni şerefsiz. Tek ayağı kırık olmasına rağmen yıldırım hızıyla koşarak yanıma
geldi. Bütün gücüyle çarptı bana, sonra da acı acı miyavlamaya başladı. Bir
anda bütün kalabalık kulak kesildi ve gözleri bana çevrildi. Herkes nefret dolu
gözlerle bakıyordu bana. “Ne istedin şuncacık zavallıdan, senin kafanı kırmalı,
hayvan sevmeyen insan da sevmez, hayvana şiddete hayır” sloganları atmaya
başladılar. Üzerime yürüdüler. Kalabalığın içinden kısa kıvırcık saçlı, mavi
gözlü bir kız koşarak kediyi kucakladı ve yüzüme tükürdü. Kalabalık bir anda
galeyana geldi. O anda geri zekalı kedinin gülümsediğini gördüm. Kalabalık
bütün kemiklerimi kırıp, etlerimi parçalarken düşündüğüm tek şey vardı,
intikam!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder