Hayri Baba Sokağı
Birinci Kısım
***
(Sokakta bir kadın...)
-Ağzına sıçtığımın arabası! yavaş gitmez ki kahpenin dölü, sanki tabakhaneye bok yetiştiriyor! Allah böyle yağmurun bin belasını versin, sanki gök delindi!
(Kadının adı Hayriye, sözleştiği yere gidememekte, tek bir amacı var şu an, o da üzerini değiştirmek aceleyle!)
-Nerede ulan koduğumun anahtarı?
-Huu, hayriye! Bu yağmurda nabıyon gız, kurt mu bastı?
-İşine baksana sen be götü düşesice karı!
-Ne didin? Anlameyyom?
-Doktora gidiyodum Nazife Abla, acelem var, sonra laflarız.
(Yağmur başladığı gibi bitti. Elektrik teline konan karganın tüyleri sırılsıklamdı. Upuzun elektrik direği, tıpkı Hayriye gibi. Ama Hayriye kalıplı, enine boyuna maşallah. Islak tüylü karga Hayriye'nin yüzüne kalıp gibi sıçtı. Alnının çatından, burnunun ucuna kadar.)
-Oyy, yandım Allah!Bu ne be? Oyyy, sıçacak yer bulamadın mı ula it oğlusu? Patla inşallah!
Aradığı şeyi anında bulan insana inanmış da bu dünyaya gelmiş derler. Hele hele aradığın şey Hayriye'nin çantasının içindeyse... Ne yok ki o çantada! Kağıt mendil, ıslak mendil, falım, balık kraker, cezerye, sürme, toplu iğne, çengelli iğne, asetat, 2.5 liralık parfüm, Yasin, iki muska, bir kalıp zeytinyağlı saydam yeşil sabun, telefon defteri, inşaat kalemi, bir adet don, kadın bağı, biraz da çöp. Arada çantanın içindekiler gaza gelip bağırır "Birine mi baktın gülüm?". "Bir arkadaşa bakıp..." deyip de geçemezsin, aklın bulanır, kafanda işkembe çorbası kaynatsalar yeridir, yapılır. Üstüne bir de boza içilir.
-Nerede bu anahtar?
(Çantadakiler bağırır "Anayun amunda")
-Ağzına tükürdüğümün karısı, bok var tık her şeyi çantanın içine. Aaa, açık ulan kapı? Kazım? Evde min? Aşkitoom, hele ses ver ulan!
Hayriye'nin gözü merak ve aşkla etrafta dolaşmaktadır. Tek gözü ise dolaşmamakta ısrar etmektedir. Göz kayması gibi görülen bu doğuştan gelen durum Hayriye'nin vazgeçilmez bir unusurudur. Otuz dokuz yıllık eşi Kazım'a çok düşkündür Hayriye. Evde, sokakta, mezarlıkta hep el ele tutuşurlar. Sade Hayriye mi? Kazım Usta da Hayriye'yi deli gibi sevmektedir.
Mutfaktan gelen sesle Hayriye irkilir "Bu ses Kazım'ın sesi değilse?". İrkilmesinin ardından, hayatının en kötü anını yaşar Hayriye, yeşil ışık sönmüştür! Bebeği yerde öylecene yatmaktadır!Yaşadığı olayın dalgınlığıyla salonun ortasına, cam kırıklarına doğru seyirtir, sağ kulağının dibindeki karaltıyı fark etmeden. Göz ucuyla yanında pembe bir parıltı gördüğü an nasırlı bir yumrukla karşı karşıya gelir. "Euzubillah" diyemeden yere yıkılır, döşeme iki parçaya ayrılır. Güüüm diye ortalığı inleten ses, kısa bir süreliğine sokaktakileri şaşkınlığa düşürür; ancak arada sırada duyulan bu tür gürültülere alışkın olan Hayri Baba Sokağı sakinleri bir süre sonra işlerine geri döner.
Yere düşen Hayriye'nin bir gözü cam kırıklarındadır, diğeri de üzerine çullanıp boğazına yapışan o tanıdık suratta "Tanıyom ya len ben bu iti! Yakacam çıranı bokun soyu, bugünü unutma! Unutmaa!!!"
30 Mayıs 2013 Perşembe
20 Mayıs 2013 Pazartesi
Fayanstaki kadın
Onu ilk olarak eve taşındıktan iki
hafta sonra fark ettim. Bana bakıyordu, hem de gözlerini hiç kaçırmaksızın.
Ulan dedim, aldık mı başımıza belayı? Çıktık mı cinli, perili eve?
Melun şeyin yeri de kötüydü,
görmesen olmaz bir yerdeydi hani. Tuvalet yahu. Evin tuvaletini de kullanmazsak
nereye sıçacağız?
Gece yarısı kalkardım, sırf kendimi
telkin etmek için halay çeke çeke tuvalete giderdim ilk zamanlar. Tuvalete
girdiğim anda da gözlerimi kapatırdım sımsıkı. Zamanla alıştım bu duruma, fayanstaki
kadınla ilgilenmemeye başladım. Tuvaletten içeri girince artık ona
bakabiliyordum. Sanki bana gülümsüyordu. Güzeldi de; ama en nihayetinde
fayanstı yani. Elle tutulur bir yanı yoktu ki seveyim?
Gel zaman git zaman, fayanstaki
kadının bakışları değişmeye başladı. Ben ona Perihan ismini takmıştım. Perihan
nasıl eskiden sevgi dolu bakıyorsa bana, şimdi de bir o kadar nemrutlaşmaya
başlamıştı. Gözlerine kocaman bir öfke yerleşmişti. Bir müddet eve gidemedim.
Arkadaşlarıma gittim, sizde kalayım
diye yalvardım. Ne kadar kalabilirsin ki? Bir gün, iki gün… Üçüncü günde
verdiler elime bir lazımlık, yolladılar eve. Kimse beni görmek istemiyordu
artık. Yıkanamamıştım da bir ay boyunca. Kafamda bir şeyler yürümeye
başlamıştı. Beni görenler korkuyordu artık. Rengim griye dönmüştü.
En sonunda dayanamayıp eve gittim.
Gitmez olaydım. Kapıya anahtarı soktum, altın sarısı kilidi açtım. Bir de ne
göreyim? Evi de bok götürüyor. Benden beter halde. Halılar ikiye katlanmış,
duvarda eski karımla olan fotoğraflarım tuz buz olmuş, 72 ekran LCD
televizyonum patlamış… Tüm bunlar yetmezmiş gibi yatağım parçalanmış ve
gardrobumun üstüne bütün bıçaklarım saplanmış.
Allah bu evin belasını versin
derken bir şangırtı duydum. Şangır şungur bir şeyler oluyordu evin içinde. Ses
banyodan geliyor olmasaydı gider bakardım emin olun. Ama bu seslerin Perihan’ın
marifeti olduğunu biliyordum. Gitmedim. O bana geldi. İnanamıyorsunuz değil mi?
Banyonun kapısı açıldı. Baktım
bizimki. Almış eline mutfak bıçağını, savrula savrula bana geliyor. Saçı başı
darmadağın. Yüzündeki peçe açılmış, kapkara dişleri ortaya çıkmış. Boyu da
benim bacağım kadar. Bir korktum. Ortalığı pis bir koku sardı, baktım kot
pantolonumun ağı koyulaştı. Heh dedim; koy… rahvan gitsin. Yapacak bir şey yok.
Yanıma geldi manyak, ağzını bir iki
oynattı. Sonra baktım sesi de çıkıyor, konuşmaya başladı. Yok efendim, eskiden
bu evin altında yatır varmış da bu da onun karısıymış falan filan. Başladı
anlatmaya. Ben uzun zamandır bu eve ilk gelen erkek olduğum için onunla evlenmem
gerekiyormuş, yoksa yatır efendi beni çarparmış. Bunu duyunca bir güldüm. Yine
evlen benimle dedi. “Siktir lan uyuz karı, valla bir korum” dedim. Elimin
tersiyle buna bir çarptım. Bir anda etrafı uhrevi bir ışık sardı. Ortadan
kaybolmuştu. Aldım anahtarı, artistik hareketlerle kapıyı kapadım. Salak salak
etrafa bakarken onu gördüm merdivenlerin başında. Beni aşağıya yuvarladı. Kafamın
patladığını hissettim.
Şimdi ben de fayansın içindeyim.
Galiba yatır efendi beni de çarptı. Eve taşınırsanız görüşürüz…
10 Mayıs 2013 Cuma
Camdaki canavar...
Camdaki canavar
Yağmurlu bir
sabahtı. Yine bilmediğim ara sokaklarda dolaşıyordum. Her yer çamur içindeydi.
Nefret ederim.
Bir müddet
başıboş bir şekilde yürüdüm. Etraftaki hurdaya dönmüş evleri inceledim.
Patlıcan moru, lacivert, yumurta sarısı… “Hay sizin renk anlayışınıza!” dedim
içimden. İnsanlarla iç içe olmaktan nefret ederim. Her zaman yalnız gezerim.
Mümkünse ara sokaklarda. Babadan zenginim, çalışmam. Kimseyle muhatap olmam,
paramı da sadece kendim yerim. Dolmuşlardan çok korkarım, herkes bir arada,
sıkış tepiş, kokulu. Bir kere hastaneye giderken dolmuşa binmek zorunda
kalmıştım, sadece şoför koltuğunun arkası boştu. Yol boyu herkes orama burama
elledi, para uzatayım diye. Tiksindim. Bu yüzden artık sadece yürüyorum
sokaklarda, bir metre yakınımdan birisi geçerse bağırırım. Olması maskem var,
hani bulaşıcı hastalık olduğu zaman takılan cinsten, onu takarım.
Neyse. Yağmur
dindi. Etrafta sadece araba ve okula giden öğrenci gürültüsü vardı. İğrenç.
Yolumun ilerisinde bir öğrenci güruhu gördüm, başka bir ara sokağa daldım.
Adımlarımı hızlandırdım.
Daha sonra adımlarımın beni bir yere
sürüklediğini fark ettim. Sokaklar ayaklarımın altında akıp gidiyordu. Sürekli
sağa çekiliyordum. Engel olamadım.
Yürüdüm,
yürüdüm; vakit geçti koşmaya başladım. En sonunda kiremit tuğlalı bir evin
önünde buldum kendimi. “Ulan Allah belanı versin, bu boktan ev için miydi bütün
koşuşturma, ciğerim yırtıldı be” dedim içimden kendime. Kendimle konuşmayı çok
severim.
Soluğumu düzeltmeyi başardığım
zaman etrafa iyice bakabildim ve onu gördüm.
Bir melek
gibiydi, ışıl ışıl, masum, öylece camda oturuyordu. İşte o an o garip yaratığa
sahip olmak istedim. Camı kırıp kurtarayım onu içeriden dedim. O bana baktı,
ben ona baktım. Vakit geçtikçe beni kendi çekim alanının içine alıyordu. Bir
ara telepatik oyunlara başladık. Ben kafamı eğerken o da eğiyordu. Ben elimi
cama uzatınca o da patisini cama uzatıyordu. Kendimi kaşığı eğmeye çalışan geri
zekâlı Neo gibi hissettim. Ben gerizekalı değilim tabii, orası ayrı.
Telepatik
oyunlarımız bitince, gözlerine sinsi bir bakış yerleşti. Anlam veremedim.
Patisiyle ağzını gösterdi, “Gek, gek, gek” dedi. Omuz silktim. Keşke
yapmasaydım diyorum hatırladıkça. Bir anda ağzını fırın gibi kocaman açtı ve
sinirli sesler çıkartmaya başladı. Korkmuştum, ne yapacağımı bilemedim! Aptal
kedi sürekli kendisini pencereye atıyordu, camın kırılacağından korktum,
napardı beni sonra?
Bir
ara duruldu gibi oldu, yüzünde kanlar vardı. Cama biraz yaklaştım. Hiç hareket
yoktu. Biraz daha yaklaştım. Yine hareket yok. “Öldü galiba” diye geçirdim
içimden. Biraz daha yaklaştım ve aniden bağırmaya başladı. Bağırtısının üzerine
cam patladı ve kedi üzerime atladı. Elimden yakaladı beni. Elimi salladıkça
daha haşince ısırıyordu şerefsiz. Altımı o ara ıslattım galiba. En son enseme
çıkıp şahdamarımı ısırmaya çalışınca tek ayağından yakaladığım gibi, karşıki
duvara fırlattım. Melun kedi duvara çarpıp, önündeki konteynırın içine düştü.
Ben de topukladım. Tek ayağının kırıldığını sonradan fark ettim. Ama ölüm kalım
meselesi vardı arada.
Aradan
beş saat geçmişti. Kurtuldum sandım, yanılmışım. Kalabalık bir caddede buldu
beni şerefsiz. Tek ayağı kırık olmasına rağmen yıldırım hızıyla koşarak yanıma
geldi. Bütün gücüyle çarptı bana, sonra da acı acı miyavlamaya başladı. Bir
anda bütün kalabalık kulak kesildi ve gözleri bana çevrildi. Herkes nefret dolu
gözlerle bakıyordu bana. “Ne istedin şuncacık zavallıdan, senin kafanı kırmalı,
hayvan sevmeyen insan da sevmez, hayvana şiddete hayır” sloganları atmaya
başladılar. Üzerime yürüdüler. Kalabalığın içinden kısa kıvırcık saçlı, mavi
gözlü bir kız koşarak kediyi kucakladı ve yüzüme tükürdü. Kalabalık bir anda
galeyana geldi. O anda geri zekalı kedinin gülümsediğini gördüm. Kalabalık
bütün kemiklerimi kırıp, etlerimi parçalarken düşündüğüm tek şey vardı,
intikam!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)