7 Kasım 2014 Cuma

Bakırköy’de patlama!

-         - Ulan Nazife! Yine küflenmiş bu zeytin be kadın! Bakıp da getirsene şunu!
-         - Kusura bakma ağabey, buzdolabında arıza var sanırsam, ondan oluyur.
-          -Bıktım ulan, kaldır şunları çıkıyorum ben. Bir zeytin yiyoruz, o da küflü anasını satayım. Yakında zeytin de bulamayacağız ya neyse. Akşama bi şey lazım mı?
-          -Yok ağabey, anamlan aldıydık her şeyi sağolasın.
-          -Oldu, dedi Bilal. Siniri tepesine çıkmıştı yine. Hamdolsun yiyecek yemekleri vardı, eli de ekmek tutuyordu ya, bazı zamanlar isyan edesi geliyordu Allah’ın gücüne gitmesin. Üzülüyordu bir de. Nazife’nin ne suçu vardı sanki yok yere bir de ona bağırmıştı. Küçücük haliyle evin her işine koşturduğu yetmezmiş gibi, bir de abisinden azar yiyordu. “Neyse” dedi içinden, “Akşama gelirken bir paket çikulata alırım, gönlü olur”.

Kağıt toplayıcısıydı Bilal, ulan sanki böyle meslek mi olurdu bir de soranlara  gururla “Kağıt toplayıcısıyım!” derdi. Utanmazdı işinden ya, pek bir para getirdiği yoktu meredin. Akşama kadar çöpleri didikle dur, sonra versinler eline üç kuruş. Bazen kafası attı mı çok derdi, “İnşaata giricem, hamallık bile yaparım ulan yeter ki şu çöp kokusundan kurtulayım”. Hasta anacığı istemezdi.

Arkasındaki çuval arabasıyla o çöp senin, bu konteynır benim dolaşmaya başladı. Dolaştı durdu. Şu geri dönüşüm zımbırtıları da çıkmıştı da deyuslar hala kağıttı, şişeydi demeden o pis çöp kokulu konteynıra dolduruyorlardı her şeylerini. Kokuya alışmıştı artık, ne kadar alışılırsa. “Neyseki tuvalet temizlemiyorum, milletin bok kokusundan durulmazdı valla” diye geçirdi içinden ve gevrek bir kahkaha salladı.

Sabahın erken saatleriydi daha. Takım elbiseli beyefendiler, hanımefendiler işlerine gidiyordu. Çok bakan olmazdı Bilal’e, baksalar da umuru olmazdı zaten. Burun kıvıranlara alışmıştı da, o acır gibi bakan yufka yürekli kızlar yok muydu, kıl oluyordu. Öyle bakanlara “Dön de zengin götüne acı ulan!” diyesi gelirdi hep, demezdi ama.

Yürüye yürüye Bakırköy sokaklarına geldi. “Ulan nolurdu benim de memuriyette bir işim olsaydı, şurada bir evim olsaydı. Seyhan’ı da alırdım, cirlop gibi takımı da çekerdim, görenler adam sanırdı. He, bir de kahvaltı var tabi. Uyanınca her gün menemen yerdim Allah canımı alsın, zeytin de en güzelinden olurdu. Dolap da bozulmazdı. Neyine lan senin it!” dedi kendine.

Bir iki sokak dolaştı, eşeledi çöpleri. Buldu birkaç şey. Daha çok dolaşması lazımdı; ama olmadı. O sokağa girdi işte. Adında meymenet yoktu, “Kaymaz Sokak”.

Düğün mü, nişan mı ne yaptılarsa artık pislik içindeydi sokak. “Koskoca İstanbul’da bir salon bulamamışlar mı yahu? Bizim İzzet bile kıydı paraya, gitti Nil Düğün Salonu’nda yaptı düğününü.” dedi içinden. Etraf plastik tabak, bardak ve konfeti doluydu. Çöpçüler buraya uğramamıştı anlaşılan. Beyaza boyalı apartmanın önündeki konteynırı kestirdi gözüne.

Apartman da ne apartmandı ha, saray yavrusu mübarek. Nazife hep gazeteden gönlüne güzel gelen fotoğrafları kırpardı. Çocuğun tutkusuydu işte, deniz. Bir kere Nazife daha çok küçükken, babaları da sağken bir tanıdıklarına gitmişlerdi, Şile’ye. Orada girmişlerdi denize. Ona da denize girmek denirse, ayaklarını sokmuşlardı işte. Nazifecik o zamandan beri deniz delisi olmuştu. Olurdu ya böyle zengin evleri, deniz kenarında, beyaza boyalı, içi ahşap, duvarlarında pembe çiçekler. Bayılıyordu çocuk öyle şeylere. “Kaptana vercem kız seni!” derdi hep Bilal ona.

Aklından geçenleri bertaraf etti. “Ya Allah, bismillah!” deyip girişti konteynıra. Önce yağlı bir poşet geldi eline. “Ne lan bu?” diye içine bakınca gördü senelerin azılı kabusunu. Zeytin! Hem de küflü! “Ananı, avradını!” diye koyverdi aklına gelen küfürleri. Çöpü didiklemeye devam etti.  Başta pek bir şey yok gibiydi, “Ya diplerde varsa?” diye elini daha da derinlere sokunca oluverdi her şey. Baaaammmmmm!!!

O düğün yapan pezevenkler vardı ya, havai fişeğe de heveslenmişlerdi galiba. En ucuzundan buldukları fişekleri toplamışlar, düğünde patlatmaya çalışmışlar, patlamamış. Patlar mı? “Bir bok olmaz bunlardan!” denilerek konteynıra yollanmış fişekler. “Ben öyle patlamam, böyle patlarım!” diyerek Bilal’e patlamıştı olay. Oracıkta can verdi.


Ama onun işi burada bitmemişti tabii. Öldükten sonra garip bir şekilde içinde senelerdir tuttuğu öfke ayaklandı. İki adım attı yukarı doğru ve okkalı bir tükürük salladı konteynırın içine. “Kaymaz Sokak da bize kaydı ulan, helal olsun!” dedi. Her zaman yapmak istediği şeydi, en nihayetinde içinde patlayan kahkahalarını tutamadı.


(Olmadı tabii böyle bir şey. Güzel ülkemin güzel insanlarının başına böyle bir şey gelebilir mi? Komik olmayın!)


(Fotoğraf önerisinde bulunan Can Cengiz'e teşekkürler:) Fotoğraf bana ait değildir.)

24 Ağustos 2014 Pazar

Devam!




Susturun saatleri
Bu gece uyuyacağım.
Karganın gak dediği
Tarlalarda uzanacağım.
Cinayet işlenmiş, kokuyu aldınız mı?
Geniş yelpazeli şişman hanım
Birbirine sürtmekten elleri yanmış sürtük kadın
İçler acısı her lağım
Dizginlemek lazım  a(r)t-çıları
Bir haberim var sizlere birazdan açıklayacağım
3
2
1
Her son yeni bir başlangıçtır diyerek bana küfretmenizi sağlayacağım
Biraz zaman geçsin
Yeni hikayeleri anlatmaya başlayacağım
Başlıca - lağım

30 Mayıs 2013 Perşembe

Hayriye geliyor!

Hayri Baba Sokağı

Birinci Kısım

***
(Sokakta bir kadın...)
-Ağzına sıçtığımın arabası! yavaş gitmez ki kahpenin dölü, sanki tabakhaneye bok yetiştiriyor! Allah böyle yağmurun bin belasını versin, sanki gök delindi!
(Kadının adı Hayriye, sözleştiği yere gidememekte, tek bir amacı var şu an, o da üzerini değiştirmek aceleyle!)
-Nerede ulan koduğumun anahtarı?
-Huu, hayriye! Bu yağmurda nabıyon gız, kurt mu bastı?
-İşine baksana sen be götü düşesice karı!
-Ne didin? Anlameyyom?
-Doktora gidiyodum Nazife Abla, acelem var, sonra laflarız.
(Yağmur başladığı gibi bitti. Elektrik teline konan karganın tüyleri sırılsıklamdı. Upuzun elektrik direği, tıpkı Hayriye gibi. Ama Hayriye kalıplı, enine boyuna maşallah. Islak tüylü karga Hayriye'nin yüzüne kalıp gibi sıçtı. Alnının çatından, burnunun ucuna kadar.)
-Oyy, yandım Allah!Bu ne be? Oyyy, sıçacak yer bulamadın mı ula it oğlusu? Patla inşallah!
Aradığı şeyi anında bulan insana inanmış da bu dünyaya gelmiş derler. Hele hele aradığın şey Hayriye'nin çantasının içindeyse... Ne yok ki o çantada! Kağıt mendil, ıslak mendil, falım, balık kraker, cezerye, sürme, toplu iğne, çengelli iğne, asetat, 2.5 liralık parfüm, Yasin, iki muska, bir kalıp zeytinyağlı saydam yeşil sabun, telefon defteri, inşaat kalemi, bir adet don, kadın bağı, biraz da çöp. Arada çantanın içindekiler gaza gelip bağırır "Birine mi baktın gülüm?". "Bir arkadaşa bakıp..." deyip de geçemezsin, aklın bulanır, kafanda işkembe çorbası kaynatsalar yeridir, yapılır. Üstüne bir de boza içilir.
-Nerede bu anahtar?
(Çantadakiler bağırır "Anayun amunda")
-Ağzına tükürdüğümün karısı, bok var tık her şeyi çantanın içine. Aaa, açık ulan kapı? Kazım? Evde min? Aşkitoom, hele ses ver ulan!
Hayriye'nin gözü merak ve aşkla etrafta dolaşmaktadır. Tek gözü ise dolaşmamakta ısrar etmektedir. Göz kayması gibi görülen bu doğuştan gelen durum Hayriye'nin vazgeçilmez bir unusurudur. Otuz dokuz yıllık eşi Kazım'a çok düşkündür Hayriye. Evde, sokakta, mezarlıkta hep el ele tutuşurlar. Sade Hayriye mi? Kazım Usta da Hayriye'yi deli gibi sevmektedir.
Mutfaktan gelen sesle Hayriye irkilir "Bu ses Kazım'ın sesi değilse?". İrkilmesinin ardından, hayatının en kötü anını yaşar Hayriye, yeşil ışık sönmüştür! Bebeği yerde öylecene yatmaktadır!Yaşadığı olayın dalgınlığıyla salonun ortasına, cam kırıklarına doğru seyirtir, sağ kulağının dibindeki karaltıyı fark etmeden. Göz ucuyla yanında pembe bir parıltı gördüğü an nasırlı bir yumrukla karşı karşıya gelir. "Euzubillah" diyemeden yere yıkılır, döşeme iki parçaya ayrılır. Güüüm diye ortalığı inleten ses, kısa bir süreliğine sokaktakileri şaşkınlığa düşürür; ancak arada sırada duyulan bu tür gürültülere alışkın olan Hayri Baba Sokağı sakinleri bir süre sonra işlerine geri döner.
Yere düşen Hayriye'nin bir gözü cam kırıklarındadır, diğeri de üzerine çullanıp boğazına yapışan o tanıdık suratta "Tanıyom ya len ben bu iti! Yakacam çıranı bokun soyu, bugünü unutma! Unutmaa!!!"

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Fayanstaki kadın


Onu ilk olarak eve taşındıktan iki hafta sonra fark ettim. Bana bakıyordu, hem de gözlerini hiç kaçırmaksızın. Ulan dedim, aldık mı başımıza belayı? Çıktık mı cinli, perili eve?
Melun şeyin yeri de kötüydü, görmesen olmaz bir yerdeydi hani. Tuvalet yahu. Evin tuvaletini de kullanmazsak nereye sıçacağız?
Gece yarısı kalkardım, sırf kendimi telkin etmek için halay çeke çeke tuvalete giderdim ilk zamanlar. Tuvalete girdiğim anda da gözlerimi kapatırdım sımsıkı. Zamanla alıştım bu duruma, fayanstaki kadınla ilgilenmemeye başladım. Tuvaletten içeri girince artık ona bakabiliyordum. Sanki bana gülümsüyordu. Güzeldi de; ama en nihayetinde fayanstı yani. Elle tutulur bir yanı yoktu ki seveyim?
Gel zaman git zaman, fayanstaki kadının bakışları değişmeye başladı. Ben ona Perihan ismini takmıştım. Perihan nasıl eskiden sevgi dolu bakıyorsa bana, şimdi de bir o kadar nemrutlaşmaya başlamıştı. Gözlerine kocaman bir öfke yerleşmişti. Bir müddet eve gidemedim.
Arkadaşlarıma gittim, sizde kalayım diye yalvardım. Ne kadar kalabilirsin ki? Bir gün, iki gün… Üçüncü günde verdiler elime bir lazımlık, yolladılar eve. Kimse beni görmek istemiyordu artık. Yıkanamamıştım da bir ay boyunca. Kafamda bir şeyler yürümeye başlamıştı. Beni görenler korkuyordu artık. Rengim griye dönmüştü.
En sonunda dayanamayıp eve gittim. Gitmez olaydım. Kapıya anahtarı soktum, altın sarısı kilidi açtım. Bir de ne göreyim? Evi de bok götürüyor. Benden beter halde. Halılar ikiye katlanmış, duvarda eski karımla olan fotoğraflarım tuz buz olmuş, 72 ekran LCD televizyonum patlamış… Tüm bunlar yetmezmiş gibi yatağım parçalanmış ve gardrobumun üstüne bütün bıçaklarım saplanmış.
Allah bu evin belasını versin derken bir şangırtı duydum. Şangır şungur bir şeyler oluyordu evin içinde. Ses banyodan geliyor olmasaydı gider bakardım emin olun. Ama bu seslerin Perihan’ın marifeti olduğunu biliyordum. Gitmedim. O bana geldi. İnanamıyorsunuz değil mi?
Banyonun kapısı açıldı. Baktım bizimki. Almış eline mutfak bıçağını, savrula savrula bana geliyor. Saçı başı darmadağın. Yüzündeki peçe açılmış, kapkara dişleri ortaya çıkmış. Boyu da benim bacağım kadar. Bir korktum. Ortalığı pis bir koku sardı, baktım kot pantolonumun ağı koyulaştı. Heh dedim; koy… rahvan gitsin. Yapacak bir şey yok.
Yanıma geldi manyak, ağzını bir iki oynattı. Sonra baktım sesi de çıkıyor, konuşmaya başladı. Yok efendim, eskiden bu evin altında yatır varmış da bu da onun karısıymış falan filan. Başladı anlatmaya. Ben uzun zamandır bu eve ilk gelen erkek olduğum için onunla evlenmem gerekiyormuş, yoksa yatır efendi beni çarparmış. Bunu duyunca bir güldüm. Yine evlen benimle dedi. “Siktir lan uyuz karı, valla bir korum” dedim. Elimin tersiyle buna bir çarptım. Bir anda etrafı uhrevi bir ışık sardı. Ortadan kaybolmuştu. Aldım anahtarı, artistik hareketlerle kapıyı kapadım. Salak salak etrafa bakarken onu gördüm merdivenlerin başında. Beni aşağıya yuvarladı. Kafamın patladığını hissettim.
Şimdi ben de fayansın içindeyim. Galiba yatır efendi beni de çarptı. Eve taşınırsanız görüşürüz…

10 Mayıs 2013 Cuma

Camdaki canavar...


Camdaki canavar
Yağmurlu bir sabahtı. Yine bilmediğim ara sokaklarda dolaşıyordum. Her yer çamur içindeydi. Nefret ederim.
Bir müddet başıboş bir şekilde yürüdüm. Etraftaki hurdaya dönmüş evleri inceledim. Patlıcan moru, lacivert, yumurta sarısı… “Hay sizin renk anlayışınıza!” dedim içimden. İnsanlarla iç içe olmaktan nefret ederim. Her zaman yalnız gezerim. Mümkünse ara sokaklarda. Babadan zenginim, çalışmam. Kimseyle muhatap olmam, paramı da sadece kendim yerim. Dolmuşlardan çok korkarım, herkes bir arada, sıkış tepiş, kokulu. Bir kere hastaneye giderken dolmuşa binmek zorunda kalmıştım, sadece şoför koltuğunun arkası boştu. Yol boyu herkes orama burama elledi, para uzatayım diye. Tiksindim. Bu yüzden artık sadece yürüyorum sokaklarda, bir metre yakınımdan birisi geçerse bağırırım. Olması maskem var, hani bulaşıcı hastalık olduğu zaman takılan cinsten, onu takarım.
Neyse. Yağmur dindi. Etrafta sadece araba ve okula giden öğrenci gürültüsü vardı. İğrenç. Yolumun ilerisinde bir öğrenci güruhu gördüm, başka bir ara sokağa daldım. Adımlarımı hızlandırdım.
 Daha sonra adımlarımın beni bir yere sürüklediğini fark ettim. Sokaklar ayaklarımın altında akıp gidiyordu. Sürekli sağa çekiliyordum. Engel olamadım.
Yürüdüm, yürüdüm; vakit geçti koşmaya başladım. En sonunda kiremit tuğlalı bir evin önünde buldum kendimi. “Ulan Allah belanı versin, bu boktan ev için miydi bütün koşuşturma, ciğerim yırtıldı be” dedim içimden kendime. Kendimle konuşmayı çok severim.
Soluğumu düzeltmeyi başardığım zaman etrafa iyice bakabildim ve onu gördüm.
Bir melek gibiydi, ışıl ışıl, masum, öylece camda oturuyordu. İşte o an o garip yaratığa sahip olmak istedim. Camı kırıp kurtarayım onu içeriden dedim. O bana baktı, ben ona baktım. Vakit geçtikçe beni kendi çekim alanının içine alıyordu. Bir ara telepatik oyunlara başladık. Ben kafamı eğerken o da eğiyordu. Ben elimi cama uzatınca o da patisini cama uzatıyordu. Kendimi kaşığı eğmeye çalışan geri zekâlı Neo gibi hissettim. Ben gerizekalı değilim tabii, orası ayrı.

            Telepatik oyunlarımız bitince, gözlerine sinsi bir bakış yerleşti. Anlam veremedim. Patisiyle ağzını gösterdi, “Gek, gek, gek” dedi. Omuz silktim. Keşke yapmasaydım diyorum hatırladıkça. Bir anda ağzını fırın gibi kocaman açtı ve sinirli sesler çıkartmaya başladı. Korkmuştum, ne yapacağımı bilemedim! Aptal kedi sürekli kendisini pencereye atıyordu, camın kırılacağından korktum, napardı beni sonra?
            Bir ara duruldu gibi oldu, yüzünde kanlar vardı. Cama biraz yaklaştım. Hiç hareket yoktu. Biraz daha yaklaştım. Yine hareket yok. “Öldü galiba” diye geçirdim içimden. Biraz daha yaklaştım ve aniden bağırmaya başladı. Bağırtısının üzerine cam patladı ve kedi üzerime atladı. Elimden yakaladı beni. Elimi salladıkça daha haşince ısırıyordu şerefsiz. Altımı o ara ıslattım galiba. En son enseme çıkıp şahdamarımı ısırmaya çalışınca tek ayağından yakaladığım gibi, karşıki duvara fırlattım. Melun kedi duvara çarpıp, önündeki konteynırın içine düştü. Ben de topukladım. Tek ayağının kırıldığını sonradan fark ettim. Ama ölüm kalım meselesi vardı arada.
            Aradan beş saat geçmişti. Kurtuldum sandım, yanılmışım. Kalabalık bir caddede buldu beni şerefsiz. Tek ayağı kırık olmasına rağmen yıldırım hızıyla koşarak yanıma geldi. Bütün gücüyle çarptı bana, sonra da acı acı miyavlamaya başladı. Bir anda bütün kalabalık kulak kesildi ve gözleri bana çevrildi. Herkes nefret dolu gözlerle bakıyordu bana. “Ne istedin şuncacık zavallıdan, senin kafanı kırmalı, hayvan sevmeyen insan da sevmez, hayvana şiddete hayır” sloganları atmaya başladılar. Üzerime yürüdüler. Kalabalığın içinden kısa kıvırcık saçlı, mavi gözlü bir kız koşarak kediyi kucakladı ve yüzüme tükürdü. Kalabalık bir anda galeyana geldi. O anda geri zekalı kedinin gülümsediğini gördüm. Kalabalık bütün kemiklerimi kırıp, etlerimi parçalarken düşündüğüm tek şey vardı, intikam!