Simidiyiieeeh!
Gevrek simit kokusu… Üç aynalı
odanın içi mis gibi simit kokardı. Her sabah hiç şaşmadan sabahın en erken
saatlerinde, gökyüzü lacivertten mora çalmaya başladığı zaman başlardı bu koku,
ta ki akşam olup da insanların simit yerine bol vitaminli, çorbalı, salatalı
akşam yemeklerini yemeye karar vermesine kadar.
Galip Usta simitten önceki
hatıralarını hatırlamazdı. Altı yaşında çalışmaya başlamıştı, kendi anlatımıyla
hayatın sillesini yemiş bir ailede büyümüş, beş kardeşin en büyüğü olarak
küçücük yaşından itibaren parayı koklamak zorunda kalmıştı. Soranlara “Hayatım
boyunca bu meredi sattım ben” derdi. “Fakirin dostu, zenginin diş kırıntısıdır
simit. Kimi eğlencesine, kimi de karın tokluğuna bakar. Bu gözler neler gördü
neler…”
Ustanın yaptığı simitler de simitti
ha. Yiyenler tekrar tekrar çalardı kapısını. Kendi el emeğiyle kurdurttuğu
fırında yapardı simitlerini. Filozof gibi adamdı vesselam. “Bu dünyada hiç
kimseye muhtaç olmayacaksın. Ben ne bileyim başka fırından aldığım simitlere
hangi cenabetlerin elinin değdiğini? İçim almaz tiksinirim. Küçükken bizim
ustanın tek eli burnundaysa diğeri unun içindeydi. Ondan çok tutunamadı ya,
sürekli sattıkları geri geliyordu. En sonunda ölümü yaptığı simitlerden oldu.
Bir gün Çerkez Ziya’ya satacak olduydu bir simit. Ziya’yı bilen bilir, enine
boyuna öküz gibin. Dükkanın içinde yemeye kalkışmasın mı aldığını. Yüzünü
buruşturduydu hiç unutmam, küfe çalmış limonu bir dikişte içmişçesine. Gördü
tabii yediği şeyin içindekini, ustanın merdanesini eline aldığı gibi…”
Galip Usta askere de gitmemişti.
Çürüktü. Arada gelgitleri olurdu. Zararsızdı orası ayrı, ama sağı solu belli
değildi işte. Askerler korkar böylesinden, neye gerek, varsın ayırsınlar
çürüğe, başkası çeksin cefasını.
Köhne bir evde otururdu usta.
Taştan yapmıştı babası yıllar önce. Bütün ailesi bu evde ölmüştü ya ondandır
terk edemezdi bu evi. Bu yüzden evlenmemişti Hatçe onunla. “Ben bu evde ölürüm
de oturmam” demişti de yemişti ustadan okkalı bir kalayı. Evin iki odası vardı,
avuç içi kadar mutfağı, bir de mutfaktan hallice helası. Yeterdi, ne olsundu ki
daha? Odalardan birini fırın yapmıştı usta. Simitlerine kendisinden başka
kimsenin eli değmezdi. İçine öyle şeyler koyardı ki, buram buram kokardı etraf,
akşam işten eve dönerken annenle yediğin simidin kokusu gibi. Simit kokusuyla
yıkanırdı, her şeyine sinmişti kokusu.
Dışarıdaki güne başlarken tek söz
çıkardı ağzından: “Simidiyiiieeh!”. Bir günü bir gününe benzemezdi. Her gün
farklı semtleri dolaşırdı çünkü. Fakirin yükünü taşımak istemezdi. Zenginin de nazını çekmek
istemezdi.
Ustanın yine simide uyandığı bir
gündü. Daracık karyolasındaki çiçekli yorganı kenara attırarak kalktı. Başka
yaşamlara iç geçirerek esnedi. Bordo çizgili pijamasını üzerinden attırdı,
kahverengi pantolonuyla kahverengi sarı çizgili kazağını geçirdi sırtına.
Üzerine de annesinden kalan önlüğü geçirdi. Kenarları oyalı, yünden bir önlüktü
bu. İlmeğini kafasından her geçirişinde aklına anası düşer gözleri dolardı.
Yine doldu göz pınarları. Kahvaltı bile etmeden simidin hamurunu yoğurmaya
başladı. İçine bir tutam ot ve baharat da attı. Yoğurdu, terledi, hamuru
döndürdü, terledi, elinin tersiyle terini sildi, hamurları açtı, yuvarladı,
yoruldu, iki dakika soluklandı, sonra aldı hamurları fırına yerleştirdi, rahat
bir soluk aldı. Bekledi, bekledi, beklemekten uzadı; nedendir sonra aklına
karnının açlığı geldi, fırını açtı ve kızarmış simitlerden bir tanesini almaya
çalıştı, eli yandı, bir küfür salladı.
Evden çıktığında saat yediyi
geçiyordu. Kafasında taşımazdı simitlerini, arabası vardı küçük. Belediye
ayarlamıştı. Onu da evin oraya koymazdı çalınır diye. Oturduğu evden üç yol
ilerde emniyet vardı, oraya bırakırdı. Elinde poşetiyle yürüdü, yürüdü. Sıcacık
simitleriyle başladı bağırmaya: “Simidiyiieeeh!”. Sabahları yollar çok uzun
gelirdi gözüne, bomboştu çünkü. Beğenecek insan olmadı mı ne işe yarardı ki bu
iş?
Emniyetin oraya varınca aldı
arabasını sağ selamet. Yerleştirdi gözbebeklerini içine. Başladı arabayı
sürmeye. Arada tutuklarlardı Galip Usta’yı, seyyar zannedip, diğer semtlerin
polisleri. Sonra salarlardı durumu anlayınca. Zamanla tanımışlardı zaten iyice
onu. Rahattı bu yüzden ustanın kafası. Sürdü tekerleri canının istediği yere.
Hava da demir gibi soğuktu mübarek. Kar atıştırıyordu. Güneşli bir köşe başı
buldu kendine, bağırdı yine: “Simidiyiieeeh!”.
Önce postacı bir kadın geldi, aldı
üç tane, üç tane de ayran tabii. Teki kendisine, diğerleri iş arkadaşlarına.
Sonra ufakçana bir çocuk geldi, ver abi dedi beş kuruşa ne kadar simit geliyorsa.
Alınmazdı ki bunun parası. Verdi beş
simit eline yolladı. Çocuktan sonra iki zabıta geldi, onlar da aldılar ikişer
simit.
Öğle saatlerinde köşe başı
kalabalıklaşmıştı. Gelen geçen kapışıyordu simitleri. Gezmeye çıkan hanımlar,
güne gidecek kadınlar, kahvede oturan beyler, mini mini çocuklar… Galip Usta
halinden memnundu. Ta ki onu görene dek.
Sarı saçlı, uzuncana bir çocuktu.
Saçının önü Elvis modelindeydi, yetmezmiş gibi yanağında pezevenk beni vardı.
Nefret ederdi usta bu tiplerden. Yanına da iki kız almıştı serseri. Usta tası
tarağı toplayıp gitmek istedi ya, çocuk ondan önce davrandı. Yirmili
yaşlarındaydı. Dedi: “Beybaba, versene ordan üç tane delikli. Üç de ayran.”
“Al” dedi usta uzattı siparişleri.
Vermedi parayı piç. “Önce tadına bakalım” dedi. Kopardı ağzıyla bir parça
simitten, bir iki çiğnedi. Sonra ayranından aldı okkalı bir yudum, püskürttü
ağzındakileri yere: “Sen buna simit mi diyorsun hıyar herif, ne koydun bunun
içine iğrenç bir şey bu. Ayran da peynire dönmüş, utanmadan satıyorsun bir de”
dedi.
Ustanın kaşları başladı seyirmeye.
Kızların teki serserinin yaptığına katıla katıla gülüyordu. Diğeri ise ne
olduğunu anlamamış gibiydi. Elvis saçlı taktı kızları koluna başladı yürümeye.
Üç adım atmıştı ki, usta yetişti. Önce kızları ayırdı çocuktan. Dışarıdan
bakanlar çelimsiz derdi belki ama bileği kuvvetliydi ustanın. Tuttu çocuğu
saçından, bir tutamını kopardı altın pahası saçların. Önce tükürüklü kaldırıma
gitti, yalattı çocuğa yerdekileri. Kafasını sürtüyordu taşlara, kaldırım kanla
ıslanmıştı. Yetmedi ustaya bu. Etraftakiler ayırmaya bile çalışmadılar onları,
sadece izlediler.
Usta gitti arabasından bir ayran
aldı. Geldi çocuğun yanına. Tuttu burnunu. Dedi: “İç ulan hörgüçlü! Peynir
ebendir senin!”
Çocuk bir iki çırpındı, yüzü mora
çaldı. Usta hala burnunu sıkıyordu. Kızlardan kıkırdak olanı avazı çıktığı
kadar bağırıyordu şimdi: “Yetişin adam öldürüyorlar”. “Adam mı lan bu?” diye
geçirdi içinden usta, daha çok sıktı çocuğun burnunu. Serseri oğlan bir iki
daha çırpındı, karaya vurmuş balık gibi, sonra hareketsiz kaldı. Beğenmediği
ayranın içinde boğulmuştu, fıkralara konu olacak türden.
Usta kalktı yerden. Önce ellerine
baktı. Kirlenmişti artık elleri, artık ne yapsa ne etse geçmezdi o pis koku. Mis
gibi kokmazdı simitleri. Etrafına bakmadan bir iki adım attı. Arabasının yanına
gidince yığılıverdi yere.